Oldukça serin, mevsim geçişine uygun bir
günde Amy Winehouse ile buluşacağım için heyecanlı, mutlu, az biraz da keyifsiz
bir şekilde ofiste bir ileri bir geri gidip geliyorum. Heyecanlı ve mutluyum
çünkü Amy Winehouse’u çok severdim, keyifsizim çünkü Amy Winehouse’un öldüğü
gün garip duygularla boğuşmuştum.
Sandalyelerden birine oturuyorum, oturmamla
birlikte Amy’nin içeri girmesi bir oluyor.
Güzel ve de özel bir köşeyi ona
gösterdikten sonra, ne istediğini soruyorum.
“Hiçbir şey,” diyor. Hiçbir şey
istememesini üzgünlüğüne, az biraz yıkılmışlığına ama yine de hayatın
karşısında dimdik durmak zorunda hissetmesine bağlıyorum. Kim bilir ne kadar
zorlanıyordur hayatın karşısında dimdik durmaya çabalarken?
“Amy biraz sohbet etmek istiyorum seninle,
sadece biraz,” diyorum.
“Sohbet edebilmeyi, birileriyle hesapsızca
konuşabilmeyi o kadar özledim ki,” diyor yanıt olarak.
Ünün, şanın, şöhretin, hele ki yirmi
birinci yüzyılda bireyleri ne kadar hırpaladığını düşünüyorum şimdi de.
İnternet, televizyon, sınırsız olanaklar sanatçıların yıpratılmasına neden
oluyor belki de, ama öte yandan aynı zamanda daha da çok insana ulaşmalarını
sağlıyor. Neden bütün her şey tek bir nedene bağlanamıyor? Tüm olumsuzlukların
içerisinden olumlu bir şeyler, tüm olumlu şeylerin içerisinden de olumsuz bir
şeyler çıkıyor; bu mu aslında yaşam denilen karmaşık düzen?
Ben düşünürken Amy parmaklarını inceliyor.
Parmaklarında yüzükler, üstü başı her zamanki aykırılığını yansıtıyor. Saçları
yine Amy tarzı. Sorularımı geçmeye karar veriyorum, içim pek de elvermeyerek.
“Amy, şarkılarında kendini nasıl bu kadar
açıkça anlatabiliyorsun?”
Başını kaldırıyor, şöyle bir düşündükten
sonra cevap veriyor: “İnsanlardan gerçek beni saklasaydım, onlara uydurma
hikâyeler anlatsaydım beni bu kadar sahici ve samimi bulmazlardı, eminim
bundan.”
“Ama,” diyorum, “bu şekilde de seni hiç
tanımayan insanların karşısında kendini korunaksız ve çırılçıplak bırakmıyor
musun? Korkmuyor musun hiç yani?” diyorum.
“Kendimi başkalarına anlatmaktan
korksaydım, hiçbir zaman şarkı söyleyemezdim sanırım. Aslında ben tüm
şarkılarımda kendimi kendime ispat etmeye, anlatmaya, kendime öğütler vermeye
veya yaşanmışlıkları hatırlatmaya çalışıyorum. Kendimle hesaplaşmam insanların
hayatlarına da sokuluyor, dokunuyor,” diyor.
Ne kadar da haklı!
“Peki, şarkılarının hiçbirinde az önce
söylediğin uydurma hikâyelerden bir şekilde yararlandın mı?” diyorum. Ve galiba
soru bulamadıkça saçmalıyorum. Amy ile konuşmayı o kadar çok istiyordum ki
oysa. Ama insan biriktirdiği soruları da unutuyor o çok sevdiği karşısında. Tüm
sorular kendilerine kâğıttan kanatlar takıp uçmaya, uzaklaşmaya başlıyor teker
teker. Yakalamak istemiyorum hiçbirini. Çünkü Amy’nin şu an karşımda duran bu
halini gördükçe hazırladığım soruların acımasızlığını anlıyorum. Bize
şarkılarında anlatmadığı yönlerini didikleyecektim hayatının. Ama ne kadar da
korkutucu bir şey bu. Hiç kalkışmamam gerekirdi bu röportaja, hiçbir zaman
ulaşmamam gerekirdi Amy’ye kozmik telefondan.
“Yapamayacağım,” diyorum. “Ben daha fazla
devam edemeyeceğim bu röportaja.” Ağlamaklı oluyorum. İnsan kısa bir zaman
içerisinde duygular arasında bu kadar çok savrulur mu?
“Yapmak zorunda değilsin ama yapmak
istiyorsan yapacaksın,” diyor Amy. “Şu hayatta insan yapmak istediği şeylerin,
gerçekleştirmek istediği düşlerinin peşinden koşmalı yoksa boşuna geçirilmiş
bir hayat kimsenin bir işine yaramaz. Düşlerinin peşinden koşacaksın ki bir
zamanlar yaşamış olduğuna dair birilerinin hafızasında yer bulabil. Yanılıyor
muyum?” diyor. Çocuksu bir neşe var dudaklarında, bana gülümsüyor mu?
“Haklısın,” diyorum. “O kadar çok haklısın
ki Amy, insanların seni bu kadar sevmelerine ve hayatın da seni bu kadar
hırpalamasına şaşırmamak gerektiğini şimdi anlıyorum.”
“Hem biliyorsun, insanlar çok korkutucu
olabiliyor ayrıca,” diyor. “Bunu da söylemek isterdim, ki bazen söyledim de.
Ama yeterli olmadı hiçbir zaman.”
Bakışıyoruz uzun uzun. İçimizden konuşmaya
devam ediyoruz. Ofisten uzaklaşmış, zamansız bir boyuta geçmişiz sanki. “Sen
çok güçlü biriydin,” diyorum hemen.
Şaşırıyor, “Neden geçmiş zaman çekimi
kullandın şimdi? Yoksa öldüm mü ben?” diyor. Garip bir doğallıkla soruyor bu
soruyu, sanki ölmeyi beklermiş gibi.
Ne demeli şimdi? “Öldün ya, ama korkma,
seni hala hafızasında taşıyan onlarca insanın hayatına etki etmeye devam
ediyorsun,” diyorum.
Oturduğu yerden kalkıp, geldiği gibi
sessizce gidiyor. Gitme, diyebilmeyi o kadar çok istiyorum ki, olmuyor. Zaman
ve hayat bazen çok tuhaf olabiliyor.
Editörün
notu: Köşe yazıları konseptini dergiye taşımam konusunda beni kırmayan Nazlı
Eray’a teşekkürlerimi sunuyorum. Nazlı Eray, hoşça vakit geçirmek ve bir kurgu
içerisinde kültüre doymak isteyenler için benzersiz kitaplar yazıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder