4 Mart 2013 Pazartesi

Hüzünlü Bir Savaşçı: Amy Winehouse #ekim2012


   Oldukça serin, mevsim geçişine uygun bir günde Amy Winehouse ile buluşacağım için heyecanlı, mutlu, az biraz da keyifsiz bir şekilde ofiste bir ileri bir geri gidip geliyorum. Heyecanlı ve mutluyum çünkü Amy Winehouse’u çok severdim, keyifsizim çünkü Amy Winehouse’un öldüğü gün garip duygularla boğuşmuştum.
    Sandalyelerden birine oturuyorum, oturmamla birlikte Amy’nin içeri girmesi bir oluyor.
    Güzel ve de özel bir köşeyi ona gösterdikten sonra, ne istediğini soruyorum.
    “Hiçbir şey,” diyor. Hiçbir şey istememesini üzgünlüğüne, az biraz yıkılmışlığına ama yine de hayatın karşısında dimdik durmak zorunda hissetmesine bağlıyorum. Kim bilir ne kadar zorlanıyordur hayatın karşısında dimdik durmaya çabalarken?
    “Amy biraz sohbet etmek istiyorum seninle, sadece biraz,” diyorum.
    “Sohbet edebilmeyi, birileriyle hesapsızca konuşabilmeyi o kadar özledim ki,” diyor yanıt olarak.
    Ünün, şanın, şöhretin, hele ki yirmi birinci yüzyılda bireyleri ne kadar hırpaladığını düşünüyorum şimdi de. İnternet, televizyon, sınırsız olanaklar sanatçıların yıpratılmasına neden oluyor belki de, ama öte yandan aynı zamanda daha da çok insana ulaşmalarını sağlıyor. Neden bütün her şey tek bir nedene bağlanamıyor? Tüm olumsuzlukların içerisinden olumlu bir şeyler, tüm olumlu şeylerin içerisinden de olumsuz bir şeyler çıkıyor; bu mu aslında yaşam denilen karmaşık düzen?
    Ben düşünürken Amy parmaklarını inceliyor. Parmaklarında yüzükler, üstü başı her zamanki aykırılığını yansıtıyor. Saçları yine Amy tarzı. Sorularımı geçmeye karar veriyorum, içim pek de elvermeyerek.
    “Amy, şarkılarında kendini nasıl bu kadar açıkça anlatabiliyorsun?”
    Başını kaldırıyor, şöyle bir düşündükten sonra cevap veriyor: “İnsanlardan gerçek beni saklasaydım, onlara uydurma hikâyeler anlatsaydım beni bu kadar sahici ve samimi bulmazlardı, eminim bundan.”
    “Ama,” diyorum, “bu şekilde de seni hiç tanımayan insanların karşısında kendini korunaksız ve çırılçıplak bırakmıyor musun? Korkmuyor musun hiç yani?” diyorum.
    “Kendimi başkalarına anlatmaktan korksaydım, hiçbir zaman şarkı söyleyemezdim sanırım. Aslında ben tüm şarkılarımda kendimi kendime ispat etmeye, anlatmaya, kendime öğütler vermeye veya yaşanmışlıkları hatırlatmaya çalışıyorum. Kendimle hesaplaşmam insanların hayatlarına da sokuluyor, dokunuyor,” diyor.
   Ne kadar da haklı!
   “Peki, şarkılarının hiçbirinde az önce söylediğin uydurma hikâyelerden bir şekilde yararlandın mı?” diyorum. Ve galiba soru bulamadıkça saçmalıyorum. Amy ile konuşmayı o kadar çok istiyordum ki oysa. Ama insan biriktirdiği soruları da unutuyor o çok sevdiği karşısında. Tüm sorular kendilerine kâğıttan kanatlar takıp uçmaya, uzaklaşmaya başlıyor teker teker. Yakalamak istemiyorum hiçbirini. Çünkü Amy’nin şu an karşımda duran bu halini gördükçe hazırladığım soruların acımasızlığını anlıyorum. Bize şarkılarında anlatmadığı yönlerini didikleyecektim hayatının. Ama ne kadar da korkutucu bir şey bu. Hiç kalkışmamam gerekirdi bu röportaja, hiçbir zaman ulaşmamam gerekirdi Amy’ye kozmik telefondan.
   “Yapamayacağım,” diyorum. “Ben daha fazla devam edemeyeceğim bu röportaja.” Ağlamaklı oluyorum. İnsan kısa bir zaman içerisinde duygular arasında bu kadar çok savrulur mu?
    “Yapmak zorunda değilsin ama yapmak istiyorsan yapacaksın,” diyor Amy. “Şu hayatta insan yapmak istediği şeylerin, gerçekleştirmek istediği düşlerinin peşinden koşmalı yoksa boşuna geçirilmiş bir hayat kimsenin bir işine yaramaz. Düşlerinin peşinden koşacaksın ki bir zamanlar yaşamış olduğuna dair birilerinin hafızasında yer bulabil. Yanılıyor muyum?” diyor. Çocuksu bir neşe var dudaklarında, bana gülümsüyor mu?
    “Haklısın,” diyorum. “O kadar çok haklısın ki Amy, insanların seni bu kadar sevmelerine ve hayatın da seni bu kadar hırpalamasına şaşırmamak gerektiğini şimdi anlıyorum.”
    “Hem biliyorsun, insanlar çok korkutucu olabiliyor ayrıca,” diyor. “Bunu da söylemek isterdim, ki bazen söyledim de. Ama yeterli olmadı hiçbir zaman.”
    Bakışıyoruz uzun uzun. İçimizden konuşmaya devam ediyoruz. Ofisten uzaklaşmış, zamansız bir boyuta geçmişiz sanki. “Sen çok güçlü biriydin,” diyorum hemen.
    Şaşırıyor, “Neden geçmiş zaman çekimi kullandın şimdi? Yoksa öldüm mü ben?” diyor. Garip bir doğallıkla soruyor bu soruyu, sanki ölmeyi beklermiş gibi.
    Ne demeli şimdi? “Öldün ya, ama korkma, seni hala hafızasında taşıyan onlarca insanın hayatına etki etmeye devam ediyorsun,” diyorum.
    Oturduğu yerden kalkıp, geldiği gibi sessizce gidiyor. Gitme, diyebilmeyi o kadar çok istiyorum ki, olmuyor. Zaman ve hayat bazen çok tuhaf olabiliyor. 


Editörün notu: Köşe yazıları konseptini dergiye taşımam konusunda beni kırmayan Nazlı Eray’a teşekkürlerimi sunuyorum. Nazlı Eray, hoşça vakit geçirmek ve bir kurgu içerisinde kültüre doymak isteyenler için benzersiz kitaplar yazıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder