21 Eylül 2016 Çarşamba

3: Üç / Öfke

Yıllardır hayatında olan biriyle arandaki bağı neşterleyip onu hızla eski bir tanıdığa dönüştürmeye çalıştığında bazı şeyleri şaşırarak fark ediyorsun. Bir balon yuttuğunu ve bunun dışarıdan bir yerden öfke nöbetleriyle şişirilmeye çalışıldığını hissediyorsun. O güne kadar, yolların artık ayrı düştüğünü kavradığın o melun ana dek bu kişinin senin hayatına öyle ya da böyle tüm izleriyle nüfuz ettiğini düşünmeye başlıyorsun. Biz iz, bir iz daha... Sanki karşındakinin tek gayesi, senin geçmişe dönüp baktığın her kerede onun ördüğü bir örümcek ağıyla karşılaşman. Sararıp solmakta olan geçmiş fotoğraflarına baktığında küçüklü büyüklü hediyelerle hayatının iskeletini ele geçirmiş olduğu kuşkusuna kapılman. Öfke katlanarak artıyor böyle anlarda. İçinde. Ardından derin bir soluk alıp geleceğin belirsiz kollarına, yollarına, tuzaklarına ve sürprizlerine dikiyorsun gözlerini. Geçmişten geleceğe taşınmak için göç hazırlığına girişiyorsun. Temizliyorsun her saniyeyi ve bir anda hem geçmişsiz hem de geleceksiz kalakalıyorsun orta yerde. Doğumuna dönüyorsun. Belleğinde yalnızca tek bir sözcük yanıp sönüyor renkli ışıklarıyla: Şimdi. Mutlusun artık. Öfken durulmaya başlıyor. Yüreğin biraz buruk ama olsun, şimdiye dek gelip geçen herkese üzülseydin geçmişin ellerinin yakana yapışıp kalacağının ayrımına varıyorsun ve bunun yerine burukluğun sırtında dikişleri sökülmekte olan bir paltoya dönüşmesini tercih ediyorsun. Birkaç kış sonra palto kendi kendine tamamen sökülüp dağılacak nasıl olsa, sen bunu o anda aklından geçirmesen de. Geriye burukluk bile kalmayacak. Sen, bilmediğin halde, bunu bekliyorsun.

4 Eylül 2016 Pazar

2: İki

Ocak ayında kendime bir söz vermiş, kendimle ilgili sözlerimin çoğunda olduğu gibi tutmayı başaramayıp tembelliğe yenilmişim. Birdenbire aklıma geliverdi. Haftada bir buraya, hiçbir aracı olmadan (Word sayfası bile), doğrudan buraya yazacağımı ve ataletle bir tür cenge tutuşabileceğimi düşünmüşüm. Bu yazı o serinin ikincisi, aradan geçen sekiz aydan sonra.

Aradan geçen onca zamanda ne olduğunu düşündüğümde gidip döndüğüm yollar, başlayıp da bir türlü bitiremediğim yarım yamalak bir roman, iki öyküsü eksik bir dosya gözüme batıyor. Gerisi içime dokunmuyor da telefonumdan eksilen isimler yüreğimi sızlatıyor en çok. Sonra her şeye boş verip kendimi eve kapatıyorum. Kitapları, filmleri, dizileri, içli şarkıları yanıma katıyorum. Uzun bir yürüyüş yapıyorum. Kendimi didikliyorum, kendi içimi ve ruhumu. Sonuçta içimin acı haritasına ulaşmayı ve kendimi acılarımdan sevmeyi bir türlü başaramıyorum. Her seferinde bir şeyler eksik kalıyor. O boşluğu ne yaparsam yapayım dolduramıyorum, ben acı atlasıma koştukça o benden uzaklaşıyor sanki. Bunu fark ettiğimde unuttuğum diğer gerçekleri de hatırlıyorum: Dönüp dolaşıp buraya yazıyorum.

"Bakalım bu kez başarabilecek miyim?" diyorum. Bu sefer kaç ay sonra yazacağım bu serinin üçüncü yazısını? Bugünle o gün arasında nelerle karşılaşacağım, kaç isim daha eksilecek telefon rehberimden? Ya da hafızamdan? Geçmişimden?