30 Mart 2013 Cumartesi

Afife Jale'ye Mektup Gönderdim!


   Sevgi değer Afife,

   Mektubunun öncesinden ve onu aldığımdan beri, uzunca bir zamandır tiyatro hakkında düşünüyorum. Tiyatro, garip bir yaşantı türü bana kalırsa. Ama ne tuhaf oyunlar dönüyor, her yerde olduğu gibi, bir bilsen. Tabii, belki de biliyorsundur. Ama dileğim, bilmemen.
   Tiyatro, damarlarınla düğümlerini söküp attığın danteller örmektir biraz da. Acı verir.  Tığı ya da şişi elinden bıraktığında, iki acı arası gidiş gelişin meyvesini toplar, alkışlarla karşılaşırmışsın gibi geliyor artık bana. Yani okuduğum romanlarda, öykülerde; seyrettiğim filmlerde, dizilerde ve dinlediğim şarkılarda o yapıtın üretim anına tanıklık etmiş bir acı söz konusu her zaman. Bunu fark ettim en sonunda. Nasıl desem, insanlar acının şeklini değiştirmek için sanata sarılıyorlar belki de.
   Bazı kimseler öyle sıradan ve aynı zamanda şaşırtıcı karakterlere sahip oluyorlar ki, onları tiyatroyla uğraşırken gördüğünde kalbini paramparça edip, parçaları da ateşe atmak istiyorsun. Oyunu, oyunculuğu, karakterleri, replikleri, ışığı, sahneyi, yazarı, her şeyi paçavraya çeviriyor bu insanlar ve engel olamıyorsun çoğu zaman.
   Ağızlarının payını vermek istiyorsun ama edebine yakıştıramıyorsun. Edebiyatına aykırı duruyor bu. Kalbini bir de kendin sızlatmak istemiyorsun. Ne zor, bir bilsen…
   Sevgili Afife, tiyatroda tecrübe diye bir şey var mıdır sence? Olabilir mi böyle bir şey?
   Bence olamaz. Çünkü her karakter, santimi sürekli değişen her sahne ve milimetrik ayarlı bütün spot ışıkları aşkına böyle bir şey olamaz bence. Oyunculuk dediğin her oyunda, sıfırdan başlamaktır hayata ve deliliğe. Tutkuya. Dantele ve örgüye.
   Bu yüzden işte, kafam karışık kaç zamandır. Kendi ezilmişliğinden bir başarı çıkarmak varken, neden insanlar ezilmişliklerini başka kimselere aktarmaya çalışırlar ki? Kişisel zevkler, hazlar bu kadar mı önemli Afife? Korkutuyor bu durum beni.
   Sana, her zaman ‘sen’ diye hitap edebileceğimi söylüyorsun. Bu beni nasıl şaşırtıyor ve afallatıyor bir bilsen. İnsanın sahne dışında, sahnedeki havasından çıkışını ve gönül olarak zenginleşmesini öyle güzel özetliyor ki birçok tavrın. Kalbime ayna tutuyorsun.
   Senden feyz alıyor, sana yaklaşıyorum. 
   Kalbime bıraktığın hediyeyi arıyorum. 

Oğuzcan

28 Mart 2013 Perşembe

JonBenet'ın Çocuksu Asil Adaleti #nisan2013


   Minicik bedeni ve küçük yaşına rağmen karşımda tam bir hanımefendi gibi oturuyor. Tam bir proje bebek edası var bakışlarında, tavırlarında ve duruşunda. Tastamam annesinin sergi ürünü…
   Bir yandan filiz zamanındayken soluşu, bir yandan sarı bazen kıvır kıvır bazen de düz saçları, öte yandan da sevimliliği, çocuksu tavırlarını gizlemeye çalışması Marilyn’e benzediğini düşündürüyor bana. Pedofili hastası yetersiz bir vicdan tarafından öldürüldüğü güne kadar süslü, güzel, kendinden büyük elbiseler giydiğini görmüştüm fotoğraflarında. Ama şimdi… karşımda gündelik kıyafetleri içerisinde, yine de asaleti yakalamış olarak oturuyor.
   “Sohbetimize başlamadan önce ne içmek istersin?” diye soruyorum.
   “Hiçbir şey içmek istemiyorum, teşekkür ederim,” diyor gayet nazik. Ölü kelebeklerin hepsi nazik oluyor sanırım. Daha önce konuştuğum bütün kadınlar, ölmüş ya da tamamen kurgu hepsi, nezaketlerini orantılı taşıyorlar ruhlarında.
   Doğrudan sohbete geçmeye karar veriyorum. Yoksa bakmaya dayanamayıp ağlayacağım.
   “Annenle arandaki ilişki nasıl bir ilişkiydi?” diyorum, sorumu bir giriş sorusu için gayet saçma bularak.
   “Sıra dışı bir yanı yoktu bence. Sadece diğer çocukların anneleri ile ilişkilerinin yanında, benimle annem arasında oluşan bağın aceleci bir yanı vardı. Sanki öğretmek istediği bazı şeyleri, vadesinden önce yüklemeye çalışıyordu bana ve bu da benim ruhani yapımın erken olgunlaşmasına sebebiyet veriyordu.”
   Şaşkınlık içerisinde, gözlerim büyümüş olarak JonBenet Ramsey’ye bakmaya başlıyorum. Bu çocuk sahiden kaç yaşında? Yani dünyada 6 yılını geçirmiş bir ruhun, bir bedenin bu kadar akıllıca ve yaşından büyük cümleler kurması, bu kadar temiz konuşması nasıl mümkün kılınabilir? Bunu da sormaya karar veriyorum ve soruyorum da…
   “JonBenet, bu kadar büyük cümleleri nasıl bu kadar basitçe söyleyebiliyorsun? Hem de yaşın bu kadar küçükken?” diyorum.
   “Annem,” diyor ve ekliyor, “biliyor musun, olgunluk en çok cümleleri genişletiyor. Bazen tavırlara yansımasa da cümlelerin genişliyor, yayılıyor ve bu şekilde de altında kalmaktan korkamayacağın büyüklüğe erişiyor.”
   Ve benim de aklım kesinlikle almıyor. Ama başta söylediğim şey geliyor hemen aklıma, JonBenet Ramsey isminden giyimine, tavırlarından cümlelerine, baştan aşağı tastamam bir proje bebek, tasarım çocuk.
   “Peki, ya ölümün? Onun hakkında da konuşurken altında kalmaktan korkamayacağın cümleler kurabilir misin?” diyorum.
   Dudak kenarları kıvrılıyor. Şaşkın değil, hayır, sadece fazlasıyla yetişkin.
   “Eğer böyle bir ölüme sahip olmasaydım, insanlar beni bu kadar sahiplenir miydi? Ya da şöyle söyleyeyim, beni unutulmaz kılan şey hala çözülememiş olan cinayetim olamaz mı? İnsanlar sonucunu bilemedikleri denklemleri severler, sonu baştan belli bir olayı kim yaşamak ister ki?”
   “Ama seni herkesin gözleri önünde, küçücük yaşına rağmen bir seks objesi gibi kullandılar. Yarışma programları, kazanılan ödüller, paranın kaynağından kesilmeyişi, şaşaalı kıyafetler, aralıksız bir planlama… Bunların hepsinden kim sorumlu?” diyorum. Karşımdaki kişi büyük konuşmaya başladığı anda, bunu görüyor ve arttırıyorum. Nasılsa yerinden oynamış bütün dağlar, okyanuslar, ovalar, dereler…
   “Kimse değil. Olması gerekenden fazlasını gerçekleştiremiyorsun hayatta,” diyor. Ve yine, 6 yaşındaki ölü bir çocuk için fazlasıyla derin konuşuyor. Karşısında cümlelerinde boğulmaktan korkuyorum.
   “Nasıl kimse değil, bunun bir sebebi, sebebi olduğu gibi bir de sorumlusu olması gerekmez mi?”
   “Hayır,” diyor, gayet sıradan bir soruya cevap verir gibi.
   “Katili bulunamamış birisin sen, bu da mı rahatsız etmiyor seni?” diyorum. O sıradanlaştıkça ben acımasızlaşıyorum. Bu kadar kolay kabul etmemesini istiyorum. İncinmesini değil, sadece kabul etmemesini istiyorum. İsyan etmesini istemiyorum, sadece üzülmek değil, bir reaksiyon görmek istiyorum.
   “Sadece benim katilim değil, birçok insanınki kayıp. Projelendirmem buraya kadarmış. Ama öte yandan baktığımda, bir proje olmasaydım seninle tanışamaz, bu kadar çok insan tarafından sevilmez ve sahip çıkılan biri olamazdım.”
   Son hamleyi yapmak isterken, bir anda vazgeçiyorum. Ona tecavüz ettiklerini, ölümünün hunharca gerçekleştirildiğini söylemiyorum. Bu kadar büyük konuşuyor, konuşabiliyor olsa da yine de minik ve korunması gereken bir çocuk o. Zamanı hızlı yaşamış, hayatı kısa, güçlü ve oldukça sevimli bir çocuk. Bir kız bebeği.
   “Ne kadar masumsun,” diyorum, son olarak. İvmesi hızlı olan sorularımı bir trafik kazasıyla durduruyorum aniden. Düşüncelerim ölü. JonBenet Ramsey ölü.
   Kalbi nasıl incecik cama dönüşür bu çocukların, bu kadınlar da hiç belli etmezler, onu düşünüyorum. Böylesi bir incelmeye nasıl dayanılır?

Editörün notu: Köşe yazıları konseptini dergiye taşımam konusunda beni kırmayan Nazlı Eray’a teşekkürlerimi sunuyorum. Nazlı Eray, hoşça vakit geçirmek ve bir kurgu içerisinde kültüre doymak isteyenler için benzersiz kitaplar yazıyor.

13 Mart 2013 Çarşamba

Sinop Gezi Yazısı #temmuz2012


SİNOP GEZİSİ

   Bir Pazar sabahı erkenden Sinop’a gidebilmek için bir araya gelen insanlar, seyahat eyleminin uykudan daha kıymetli bir şey olduğunu fark etmiş demektir! Dahası böyle bir keyfin uykuyla yarıştırılamayacağının da farkına varmışlar demektir.
  Otobüsümüze doluşup yol boyunca şarkılar, türküler söyleyerek, keyifli dakikalar yaşayarak Sinop’a yol alıyoruz. Öyle zikzaklar çizerek, uçurumların kıyısından geçerek ama asla hiç korkmayarak yol boyunca Sinop’ta gezeceğimiz yerlerin, tanıyacağımız insanların hayalini kuruyoruz. Yol boyunca yer yer tadilat olduğu için biraz geç de olsa Sinop’a varıyoruz. Sinop aydınlık yüzüyle, alabildiğine anaç tavrıyla bizi karşılıyor.


 İnce Burun Feneri    

Sinop’ta gideceğimiz ilk yer, Türkiye’nin en kuzey ucu olan İnce Burun Feneri’nin bulunduğu nokta oluyor. Fener’e doğru yol alırken her iki yanın da sarı, turuncu, yeşil renk yapraklı ağaçların hâkimiyeti altında olduğu toprak bir yoldan gidiyor arabamız. Yol boyunca bir yandan ağaçlara bakıyor, bir yandan da nükleer santral sonrası buraya insanların girişinin yasaklanacağını öğreniyoruz. Hâlbuki öyle güzel ki, böyle bir doğal güzelliğin insanlardan saklanması, dahası böyle bir saklanma işleminin nükleer santral yüzünden olması insanın içini burkuyor.
   İnce Burun Feneri’ne geldiğimizde, vaktimizin kısıtlı olmasından dolayı Fener’e yürüyerek gidip hemen geri dönebilecek kadar zaman veriliyor bize. Araba geçişine izin verilmeyen, geniş ve ağaçsız bir arazinin ucunda Fener’i görüyoruz. Sanıyorum ki bakımına önem verildiğinden bembeyaz görünüyor. Böylelikle Türkiye’nin en kuzey ucuna gelmiş, bembeyaz bir Fener görmüş ve nükleer nedeniyle kalp kırıklıklarıyla dolmuş bir şekilde İnce Burun Feneri’nden ayrılıyoruz.


 Hamsilos Koyu    

İnce Burun Feneri’nin ardından yaklaşık yirmi dakikalık bir araba yolculuğundan sonra Hamsilos Koyu’na varıyoruz. Buranın ismi ilk zamanlar Hamsi ve Los olarak ayrı sözcükler olarak imleniyormuş, sonra sonra iki sözcük kaynamış ve Hamsilos olarak kalmış. Bu geniş koyda çok önceleri balıkçılar Hamsi biriktirir, hamsilerin burada büyümesi sağlanır ve avlanma da burada yapılırmış. Yani bir nevi balık havuzu işlevi görürmüş, natürel anlamda.
   Biz gittiğimizde başka turist kafileleri de orada olduğundan, yoğun bir insan kalabalığı görüyoruz. Hatta yurtdışından gelmiş olan turistlerle dahi karşılaşıyoruz.
   Koy’un görünüş açısına yerleşmiş çam ağaçlarıyla öyle bir güzel bir görüntüsü var ki buranın, insan hem oksijene hem de estetik güzelliğe doyuruyor kendisini. Fotoğraflarımızı çekip, fotoğraflarımızı çektirip arabamıza yöneliyoruz. Sinop’ta daha gidecek birçok yer var.
   Arabamıza doluşup Tarihi Sinop Cezaevi’ne doğru yol alırken, Hamsilos Koyu’nun da nükleer santral sonrası insan girişine kapanacağını öğreniyoruz. İçimiz biraz daha burkuluyor. Daha çok üzülüyoruz.
   Önce İnce Burun Fener’i, şimdi de Hamsilos Koyu; Sinop’un sesini duyuyorum o an, “Nükleer Santral İstemiyorum!” diyor. Öyle acıklı, öyle anaç, öyle kırgın ve öyle incinmiş bir sesi var ki Sinop’un, insanın onu dinlerken içinden ağlamak geliyor.


 Tarihi Sinop Cezaevi   

Sinop denilince akla ilk önce Tarihi Sinop Cezaevi gelir. 1993 yılına kadar mahkûm tutan bu cezaevi, Evliya Çelebi’nin yolunun buraya düşmesiyle de Seyahatname’de haklı yerini alır. Evliya Çelebi, Sinop Cezaevi’ne geldiğinde buradaki mahkûmların en azılı mahkûmlar, gardiyanların da ‘pala bıyıklarının uçlarına 5 adam asılacak kadar güçlü’ olduğunu yazmış. Giriş biletlerimizi alıp Cezaevine girdiğimizde, hücrelerden birinde karşılaştığımız paslı ve bilek yerleri oldukça geniş olan prangaların Evliya Çelebi’yi haklı çıkarır nitelikte olduğunu görüyoruz. Girdiğimiz hücre ise öyle soğuk, öyle ışıksız ki bu Cezaevi’nde yazarların, gazetecilerin, siyasetçilerin kaldığını öğrenmek insanın oldukça şaşırmasına neden oluyor. Yaratıcılıklarının beslenmesi gereken insanların, düşünce suçlarından dolayı hasta edilircesine bu hücrelere ‘tıkılması’ insanı korkutuyor ve oldukça üzüyor.
   İç kısma geçtiğimizde ilkin Çocuklar Koğuşu’nu dolaşıyoruz. Sonrasında da hemen Kadınlar Koğuşu’na geçiyoruz. Birkaç sene evvel burada çekilen Parmaklıklar Ardında dizisinin seti olduğu gibi duruyor, bir koğuşu hiç bozmamışlar; bunu fark ediyoruz. Koğuşun olduğu gibi, bozulmadan bırakılmış olması turistlerin ilgisinin artması için güzel bir neden olmuş. Buradan da çıkıp, Erkekler Koğuşu’na geçiyoruz hızlıca. Buranın hemen girişinde burada kalmış düşünce suçlularının isimlerinin yazılı olduğu bir tabela duruyor. Hemen gidip tek tek okumaya, dahası çok sevdiğim Nazlı Eray’ın İkdam Gazetesi Başyazarı olan dedesinin ismini bulmaya çalışıyorum. Ama bulamıyorum, bulamadığım için üzülüyorum. Zaten en başından beri, dedesinin buraya hapsedilmesine ve kısa da olsa burada kalmasına üzülüyordum.
   Erkekler Koğuşu’na girdiğimizde Kadınlar Koğuşu ve Çocuklar Koğuşu’nda da olduğu gibi (Parmaklıklar Ardında setinin hediyesini saymazsak) duvarlara yazılmış satırlar, çevreye saçılmış birkaç parça kaya parçası ve yoğun bir acı dalgasıyla karşılaşıyoruz. Merdivenlerden yukarı çıktığımızda koğuşları gördükten, fotoğraflarla bu anı ölümsüzleştirdikten sonra Sabahattin Ali’nin koğuşuna geçiyoruz. Sabahattin Ali’nin “Aldırma Gönül, Aldırma” şiirini burada yazdığını öğreniyoruz. Bu bestelenmiş şiirin sözlerinin Sabahattin Ali’nin koğuşunun duvarlarına da asılmış olması her nasılsa sevindiriyor beni. Böyle bir acının içerisinde, böyle bir inceliğin yapılmış olması oldukça güzel.
   Erkekler Koğuşu’ndan da çıktıktan sonra hızlı bir şekilde Cezaevi’nin çevresini dolaşıp, incir ağaçlarının yoğunluğuna şaşırıp, herkesin bir araya toplanamamasından dolayı bir türlü fotoğraf çektiremeyip, Cezaevi’nden ayrılıyoruz.
   Dışarı çıktığımızda, Tarihi Sinop Cezaevi’nde mahkûmların hissettiği zamansızlığın hala var olduğunu seziyorum. Burada öyle bir zamansızlık var ki, insan kendisini yıllarca burada kalmaya zorlanacakmış gibi hissediyor.


 Seyir Terası    

Öğle yemeği bile yemeden, dahası buna zaman bulamadan, gezimize devam ediyoruz. Yemek yemeyi, Sinop’un büyüsü altına girmişken biraz erteliyoruz. Çünkü biliyoruz ki, Sinop 1 günde gezilebilecek bir yer değil ve biz bunu başarmaya çalışıyoruz.
  Seyir Terası henüz yapımına başlanmış bir yer. Tozun, toprağın arasında Sinop’u tepeden seyredebileceğimiz Seyir Terası’na gidiyoruz.
   Seyir Terası’ndan gördüğümüz manzara bizi büyülüyor. Şehrin göbeğinde iki parçalı bir su birikintisi, belki de bir kum saatini andırıyor görüntü. İnanılmaz ve büyüleyici bir manzara, üzerine söyleyebilecek bir şey bulamıyoruz. Fotoğraf çekip, fotoğraf çektirip Seyir Terası’ndan ayrılıyoruz. Ayrılırken öyle çok zorlanıyoruz ki, burada saatlerce kalabilmenin hayalini kuruyoruz ayrılırken.


 Panoramik Şehir Turu    

Arabanın içerisinde bir şeyler atıştırırken, eve dönmeden önce şehrin ‘tamamını’ biraz olsun tanıyabilmek için arabamızla şehri dolaşıyoruz. Zikzaklar çizerek sokak sokak geziyor, şehrin caddelerinin ruhunu tanımaya çalışıyoruz. Sanki şehrin sokaklarının fotoğraflarını çekip, zihnimizde Sinop için ayrılan bir odaya yığmaya çalışıyoruz. Kısıtlı bir zamanda, gezilebilecek her yeri gezmeye çalışırken şehri böyle tanımak oldukça çarpıcı geliyor.
   Onlarca caddeyi, sokağı dolaştıktan sonra panoramik şehir turumuz bitiyor.
   Rehberlerimizin anlattıkları da burada, en azından bizim için, noktalanıyor. Yoksa şehrin 1 günde dolaşılmasının mümkün olmadığını en az onlar kadar biz de biliyoruz.
    Bir Pazar günü, Sinop şehrini bir turist olarak dolaşmak inanılmaz bir keyif verici bir şey… Bu keyfi yaşamanın tadına doyamıyoruz. Önce rehberlerimizden ayrıldığımız, sonra da Şehr-i Şehir Sinop’tan ayrıldığımız için üzülüyoruz. Daha sonra, en yakın zamanda tekrar gelebilmenin hayalleri arasında şehirden ayrılıp, dönüş yoluna koyuluyoruz. 

9 Mart 2013 Cumartesi

Afife Jale'den mektup var!


   Sevgili Oğuz,

   Ne zamandır sana yazmak istiyorum. Sen, yazdığın dergide kocaman bir sayfayı biz kadınlara, dahası kalbi paramparça olmuş kadınlara ayırmaya başladığından beri yakinen takip ediyorum seni. Ama bana bu mektubu yazdıran neden bambaşka… Sadece örtüşen tek yanı, bu sefer benim kalbimden taşan nehrin senin ve okuyucuların kalbine dolacak olması.
   Yüreğini, beynini ve hayatının bütün gizli kalmış köşelerini tiyatroya açtığını biliyorum. Yıllar yılı tiyatro gibi gururlu bir sanat dalına tutkuyla bağlı kalmanı da anlıyorum. (Burada hemen belirtmeliyim ki, sanatların hepsi sanatçının ona biçtiği değer kadar gurur kazanır. Gurur, sanatların şerefini korur. İnsanlarda ise bu durum bilinmez bir karmaşa.)
   Sevgili Oğuz, tiyatronun bir haysiyeti olduğunu unutma ve onu maskaraya çevirmelerine asla izin verme. Tiyatro, gerçek hayattan koparılamayacak kadar değerli bir sanat dalıdır. Tıpkı diğerleri gibi… Sahnede bir role bürünemeyen, bürünse bile gerçekliği yansıtamayan, olması gereken kişi olamayan insanlar hem kendi karakterlerini hem de bürünmeleri gereken karakterleri paramparça ederler. Böyle bir şeyin olduğunu tahayyül edebiliyor musun?
   İzleyicinin kalbine akman gerekir sahnede. Ona, kendisini anlatmanı beklemezler senden ama kendisini anlattığın zaman da değerini vermeyi bilirler. Alkışlarıyla sana cenneti yaşatırlar. Alkışları asla küçümseme.
   Nasıl bir çıkmazın içine çekilmeye çalışıldığını tahmin edebiliyorum. Benim yaşadıklarımı anımsamaya çalış. Hayatımın tümünü, o kısacık zamanın tamamını tiyatroya adadım. Böylece ölümsüzlüğü yakaladım. Biliyorum, hayatımın sonlanmasının kendi elimden olduğunu geçiriyorsun usundan. Haklısın. Bazen ne düşünüyorum biliyor musun? Kimi insanların kendi hayatlarını yaşamak için değil de, başka insanların yollarını temizlemek, belirginleştirmek için dünyaya gönderildiklerini… Ne kadar hazin değil mi?
   Korunmasız kaldığını düşünme. Açılması gereken yolların hepsi, bütün güçlüklere rağmen temizlenir kirinden. Bileğine de bakma. Bileğine, kimilerinin taktığı prangalara bakarsan, yolunda yürümeye zaman bulamayabilirsin. Ben, tümden bir örümcek ağına çekildiğim halde, kendimin ve benden sonra gelecek tiyatrocu kadınların yollarındaki dikenleri bir nebze olsun temizlemeyi başarabildim. Kırılganlığıma rağmen.
   Ben kırılganlığıma rağmen, sahnede bütün kadınlar oldum. Hepsini yaşadım. Belki içimi parçalara böldüm ve her birini oyunda onlara armağan ettim ama yine de hayalimi yaşadım. Tutkumu ve canlılığımı…
   Başkalarının hayatlarını ve hayallerini geri dönüşü olmayacak şekilde yaralayan insanların hiçbir yerde mutluluğu bulamayacaklarına inanıyorum artık. Böyle olması gerekir çünkü. Yaşam çok kısa. O zamana zarar vermelerini istemezsin.
   Ben hayallerimden bile büyük yaşadım, ölümsüzlüğü kazandığımda. Tiyatro benim için Afife’den, Afife Jale’ye dönüşmemin hikâyesidir.
   Şimdi, sana ne kadar teşekkür etsem az, sen bana teşekkürler sıraladığında. Çünkü sen de ruhunu parçalara ayırmaya çalışıyorsun. Kalbini herkese açmaya çalışıyorsun. Hayallerini inşa etmeye çalışıyorsun. Seni öyle güzel anlıyorum ki! Kalp nehirlerimiz sanki bir akıyor.
   Sevgili Oğuz, umarım ket vurulan bütün planların gerçek bir mucizeyle yeniden umut kazandırır sana. Tiyatroda can bulmak, onların anlayamayacağı kadar derin ve muhteşem bir şey. Yüreğine bak, orada benden bir hediye bulacaksın.

Afife

4 Mart 2013 Pazartesi

Aslında Aşk Da Yok* #şubat/mart2013


   Bazen dile getirilemeyen sözlerin hakikatte çok faydalı ya da tam tersi yıkıcı bir gücü olabileceğine inanıyorum.
   Karşımda oturan esmer kadına bakmaya devam ediyorum. Sarışınlığın bir anda esmerliğe dönmesi durumuna alışmaya çalışıyorum ama nasıl alışılabilir ki böyle bir duruma? Şaşkın şakın bakakalıyorum. Eylül ayında takılı kalmışım. Hepimiz bazı zamanlar bir anda, bir günde, bir mevsimde takılı kalmıyor muyuz sahi? Ben de kalmışım işte, zamanın bir köşesinde sıkışmışım, karşımda da eylem yapan kadınlar arasından seçtiğim birisi. Nerede kaldıysam, sohbeti o aşamadan sürdürüyorum.
   “Peki, ya bu kadar yıpratılan kadınların âşık olması durumuna ne diyeceksiniz? Nasıl hala güvenebiliyorsunuz birilerine?” diyorum.
   “Aşk, insanların hala karşısında kayıtsız kalabildikleri, elleri ile ayaklarının birbirine dolandığı yegâne konu. Kendisini savunmak zorunda bırakılan kadınlar da, aşkın aslında olmadığını düşünmek yerine, âşık olma halini sahipleniyorlar kişiden çok,” diyor.
   Kadın yine bir anda değişiveriyor. Bu durum da biraz fazla olmaya başladı ama, diyor iç sesim. Sürekli cismi değişen, isimsiz bırakılmış bir kadınla nasıl röportaj yapabilirim ki? Sözlerine nasıl güvenebilirim? Hem de onca tarikat, onca insan, onca grup tarafından en küçük bir değeri bile olmadığı söylenen kadınlardan biriyle?
   “Anlayamadım demek istediğiniz şeyi, biraz daha açık ifade edebilir misiniz?” 
   “Duygusal olduğumuzu söylüyorum. Cisimden çok, duygunun kendisine âşık oluyoruz ve ona sahip çıkıyoruz. Belki onun için hırpalanıyoruz, belki bir girdabın içerisindeymiş gibi yaşıyoruz. Ah, bir bilsen biz nasıl zorluklar ortasında rüzgâr karşısında salınıveren ağaçlar gibi olmayalım diye dimdik durmak için kendimizi sıkıyoruz. Dayanamadığımız yerde de ölüyoruz,” diyor. Ağlamaklı oldu. O gözyaşlarına, ben de söyleyemediğim sözlerime sahip çıkmaya çalışıyorum.
   “Yalvarırım ölümden bahsetmeyin,” diyorum, “ölümden bahsetmeye devam ederseniz ya ikimiz de ağlayacağız ya da içimizi yakan kadın ölümleri devam edecek, lütfen susun.”
   Ötekiler röportaj yaptıkları kişileri konuşturmak için uğraşır, bense susturmak için uğraşıyorum. Böyle bir acının içime sığmayacağını düşünüyorum. Oysa güzel resimler çizmek isterdim kadınlarla ilgili, benzersiz sözler etmek, başarılarından bahsetmek ama izin vermiyorlar. Çünkü sadece fiziksel şiddet değil söz konusu olan, ruhsal şiddet de var duyanların duymazdan geldiği. Ayıp sayılan. Bir kadının hükmünün olabilmesi, hakkını doğru düzgün arayabilmesi, kendini insan yerine koydurabilmesi için sosyal statüsünün tam mı olması gerekiyor, tam olmak artık neyse? Aşkın kendisine âşık olduğunu söyleyen bu kadın gibiler, isimsizler, onlar nereye kadar direnebilir böyle bir şeye?
   “Bu röportajı benimle sürdüremeyeceğini geçiriyorsun zihninden. Ama emin ol, sözlerime öylece güvenmeni beklemiyorum senden, konuşmamız gerekiyorsa konuşalım. Üzerine beraberce kafa yoralım. Sözlerimiz dolansın ortalıkta. Tek dileğim, ikimizden biri tamamen ortadan kalkmadan, yok olmadan birbirimizi dinlememiz gerektiğini ve birbirimizin bu hayatta iç içe yaşamasının mümkün olduğunu kabul edelim.”
   O kadar derin bir mevzuya parmak basıyor ki, susturmamam gerektiğinin farkında varıyorum. Konuşsun, çünkü bu zamana kadar susturulmuş bir topluluktan benim seçtiğim bir sözcü o!
   “Gazeteleri görmek, ana haber bültenlerini seyretmek istemiyorsunuz artık değil mi?” diyorum konuyu biraz daha yumuşak bir aşamaya çekebilmek için. Fakat ne kadar uğraşılırsa uğraşılırsın, birbirimizi dinlemeden bu işin altından kalkamayacağımızı biliyorum artık. İşin boyutunu çok bozmuşlar çünkü. Can pazarına dönmüş ortalık. İç sesim bile suskun kalıyor böylesi bir durum karşısında. Ne diyebilir ki?
   “Bir tek televizyonda karşılaşmıyoruz ki kaderimizle.”
   “Ama yine de, bir yerinden başlamak gerek temizlemeye insan ruhunu. Yanılmıyorum değil mi?” diyorum.
   “Ruh değil,” diyor, “zihnin temizlenmesi gerek. Yoksa en kötüsünün bile yüreğinde, insana dair aşk var. Hem belki zihinler temizlenince, aşkın kendisine âşık olmanın yanında, onu özgürce de yaşayabiliriz, ne dersin?”
   “Belki de haklısınız. Olmayan şey aşk değil, aşk algısı. Yanlış yorumluyoruz bazı şeyleri, kişilerin dolduruşuna geliyoruz. Kendimizi kendimizle bıraksak içinden çıkabileceğiz en ağır konuların bile. Aşkın onarılmayı bekleyen bir kırık bebek olduğunu fark edeceğiz ve onu onarmaya çalışacağız, yaralarını sarmaya çalışacağız.”
   Yaşa! der gibi kahvesini havaya kaldırıyor, birden yeni baştan, sarışın kadına dönüşüyor ve “Bu da kadınlarla erkeklerin eş değer algılanmasıyla başarılabilir! Aşk o zaman tastamam yaşanabilir,” diyor.
   Ne kadar da haklı!
   Fincanlarımızı kadınların adının olduğu bir gelecek falı için kapatıyoruz.


Editörün notu: Köşe yazıları konseptini dergiye taşımam konusunda beni kırmayan Nazlı Eray’a teşekkürlerimi sunuyorum. Nazlı Eray, hoşça vakit geçirmek ve bir kurgu içerisinde kültüre doymak isteyenler için benzersiz kitaplar yazıyor.

Virginia Woolf İle Bir İnsanlık Sorunu Üzerine #ocak2013


   Ne demek istiyorsun yani? diyor Virginia Bu ayki yazını sırf inat olsun diye noktalama işaretlerinden uzak tutulmuş bir şekilde mi yazacaksın? Peki ama o zaman soru işaretini neden kullanıyorsun?
   Evet soru işareti hariç hiçbir noktalama işaretini kullanmayacağım bu yazımda Virginia
   Neden kullanmıyorsun peki?
   Şaşkın kalakalıyorum bir an için Bir tepki belki de Virginia diyorum Hatalarını göremeyen insanlara bu şekilde bir tepki geliştirdim sanırım içimde
   Ya soru işareti? diyor
   Soru sormak bizim hayatta kalma sebeplerimizden biri ve bunu da soru işareti belirginleştiriyor Bu yüzden soru işaretini sökmemeye karar verdim sözcüklerin arasından Ne de olsa onun da bir karizması var
    Haklı olabilirsin diyor Virginia ve ekliyor Hem bu şekilde içsel bir uyanışa ses oluyormuşsun gibi de hissediyor musun yoksa? diyor
    Kesinlikle diyorum
    Kadınlar diyor Kadınlara da soru işaretlerini geri verecek misin?
    Kadınların her biri kendi içinde bir soru işareti zaten diye yanıtlıyorum muzipçe
    Konuyu dağıtmaya karar veriyorum Noktalama işaretlerine bir insan neden bu kadar takılır? İnsan başkalarının hatalarını söylemekten neden bu kadar zevk alır ve haz duyar? Günlerin aydınlık süresi neden sürekli değişir? Kadınların ortak bir beklentisi olabilir mi? Bir kadını çözen tüm kadınları anlamış sayılır mı? Katil uşak mı yoksa aşçı mı?
   Virginia diyorum Suyu çok mu seviyordun?
   Soruş nedenimi merak ettiğini bakışlarının değişmesinden anlıyorum Bunu neden sordun şimdi? diyor
   İntihar diyorum Kendini boğarak öldürdüğünü hatırlamıyor musun yoksa? Bu röportajda senin intiharını sorgulayacağımızı söylemiştim sana ve sen de bunu kabul ederek geldin buraya
   Noktalamalardan sonra kafam iyice karıştı diyor Virginia Sahi intihar üzerine mi konuşacaktık burada? Şimdi onu bıraksak da kadınlar hakkında konuşsak olmaz mı? diyor
   Bu köşe başından beri kadınlara ayrıldı zaten diyorum Ama burada şimdi senin serüvenini konuşalım istiyorum ve bence bütün serüvenler bittiği yerden anlaşılmayı hak ediyor
   Haklısın ama konuşmak istemiyorum Kimse benim hayatımı merak etmesin istiyorum Ben de sıradan bir kadınım sonuçta diyor Virginia Bütün öteki kadınlardan bir farkım olmadığının bilinmesini istiyorum çünkü kadınlar arasında bir eşitliğin olmadığının düşünülmesi başlayıp başlamayacağı belirsiz bir maratonun hazırlığına götürür bizi
    Peki her zaman böyle mi düşünüyordun Virginia?
    Bilmem diyor Ölmeden önce böyle düşünmüyorsam bile hayatın insanı değiştirdiği kadar ölümün de kişiyi değiştirdiğinden düşüncelerim farklılaşmış olabilir
    Değişmek? diyorum
    Bir sözcüğe bu kadar yüklenmek doğru mu? Senin bir sözcüğe bu kadar yüklenmiş olduğun görülmüş şey değil aslında Virginia diyorum İyi misin?
    İyi mi? Ne sıradan bir tanımlama İntihar nedeni olabilecek bir tanımlama hatta
    Virginia diyorum Benim söylediklerimi umursamıyor gibi görünüyorsun ama ben buna inanmak istemiyorum Ben noktalamalardan soyutlayıp bir tür tepki gösterisine dönüştürdüğüm bu yazımda senin intihar nedeni olarak gördüğün ya da görmediğin her şeyi konuşmak istiyorum Virginia Woolf gibi yaratıcı biri dahası bir kadın neden kendisini ceplerine taş doldurup Ouse Nehrinde boğar?  Ya da her intihar içinden çıkılamayacağı düşünülen dert ve bunalımlardan ayrı olarak kişinin kendi doygunluğuna ulaştığının kanıtı gibi okunabilir mi? Virginia noktalarımı virgüllerimi ünlem işaretlerimi kim kaçırdı benden?
   İnsan kimyası gereği içinden çıkamayacağı soruları içinden çıkabileceğini düşündüğü insanlara sorar diyor Virginia
    Haklısın ama bu sorularımdan herhangi birinin yanıtı değil Ben senden bir yanıt bekliyorum yoksa bu yazının hiçbir manası kalmaz Eksik kalır yani Belki de kendi kendini yok edip okunamaz hale gelir ve soru işaretlerim de kaybolur
   Hayatı çok ciddiye alıyor gibi görünüyorsun Bence bazen sadece yaşamak gerekir ciddiye almak yerine diyor Virginia ve ekliyor İntiharı benim üzerimden de olsa bu kadar sorgulamamalısın Ben içimde yaşattığım karakterlerim ile girdiğim çatışmanın sonucunda engellenmesi imkansız olarak kendi sonumu hazırladım Bundan ötesi var mı? Sorduğun için cevaplıyorum ama bil ki bu ölmeden önceki bilinç ile verilmiş bir cevap olmayacak hiçbir zaman çünkü o dünde kaldı O zamanki ben ile şimdiki ben bir değiliz
   İntihar ani verilen bir karar ve oturup düşünseydim belki yaşanılacak günlerim hala olacaktı o zaman Ama düşünmek gücünü bulamadım içimde Çünkü insanlardan çok onların eleştirilerini göz önünde bulunduruyordum Oysa öyle olmamak gerekir bence diyor Virginia
   Bir insanın ölmeden önceki ve sonraki düşüncesi birbirinden ne kadar farklı olabilir ki hem? diyorum Perde iniyor Virginia kendi dünyasına dönüyor bir sonraki buluşmamıza kadar ve noktalamalarım geri geliyor.


Editörün notu: Köşe yazıları konseptini dergiye taşımam konusunda beni kırmayan Nazlı Eray’a teşekkürlerimi sunuyorum. Nazlı Eray, hoşça vakit geçirmek ve bir kurgu içerisinde kültüre doymak isteyenler için benzersiz kitaplar yazıyor.

Marilyn, Amy ve… TiyatrODÜ? #aralık2012


   Okulda dersin ortasındayken bir mesaj düşüyor kozmik telefona, titremesiyle fark ediyorum.
   “Saat 18.00’da kulübün toplantısı var. Her zamanki yerde toplanıyoruz yine.”
   Şaşırıyorum. Kozmik telefonumun numarasını onlara vermediğimden eminim. Hem bu telefon yalnızca ölüler ve düşler âlemiyle iletişimi sağlamıyor muydu? Hatlarda bir sorun olduğunu düşünüyorum. Son zamanlarda çok unutmaya da başladım, belki de numaramı onlara da vermişimdir. Neden olmasın?
   Dersten çıktığımda oyalana oyalana toplanacağımız yere gidiyorum. Uyuşuk davranıyorum ki vaktinden önce gidersem gelecek olanlarla konuşmak zorunda kalmayayım. Aslında onlarla tanışmak da istiyorum ama yeni insanlarla sıfırdan başlayarak tanışmak benim korkularımdan biri sanırım. Bunu bir türlü aşamıyorum, aşmayı istiyorum. Ve şu an saçmalamaya başlıyorum. Gördüğüm şey gerçek olamaz çünkü!
   “Ne yapıyorsunuz burada?” deyiveriyorum hemen. Tiyatro kulübü için toplandığımız yerde yıldızlar geçidi var. Marilyn Monroe, röportaj yaptığım öteki kadınlar, henüz röportaj yapmadığım ve yapmayı düşlediğim daha niceleri. Kadın gününe çevirmişler burayı. Hemen gözüme karşılıklı koltuklara oturmuş, birbirlerine sert bakışlar atmak dışında hiçbir iş yapmayan Cleopatra ve Hürrem Sultan takılıyor. Acaba birbirlerinden daha güçlü olduklarını anlatamayacaklarına karar verince, gözleriyle meydan okumaya mı geçmişler? Ama… zaten onların burada işi ne? Ben onları saraylarında ziyaret etmeyi düşünmüştüm, buraya kadar gelmeleri beraberinde korkunç kaprisler, istekler, emirler ve tuhaflıklar getirmez umarım.
   “Senin için,” diyor Marilyn. “Doğum gününü kutlamaya karar verdik. Program yaptık ama sen erken gelmişsin,” diye de ekliyor.
    Aman Tanrım! Koluna girmiş olan da Amy Winehouse mu? İki çocuksu ruhun bir şekilde buluşmuş olmaları gözlerimi yaşlandırıyor. Gözyaşlarıma engel olamıyorum, toplayıp ceplerime doldururum oysa. Yapamıyorum.
   “Ama olsun, hoş geldin. Ve iyi ki doğdun! Bak herkes burada. Düş kırıklıklarımız bir araya getirdi bizi ve senin zihnin. Kalbimizi açmamıza izin verdiğin için sana bir şekilde teşekkür etmemiz gerekiyordu, biz de bunu planladık! Çok da güzel yaptık,” diyor köşeden geliveren Pollyanna.
    Pollyanna düş kırıklıklarından mı söz etti? Onu neden rahat bırakmıyorsunuz alçaklar, diyorum içimden. Hiç kimseyi rahat bırakmıyor hiç kimse. Herkes birbiriyle didişme halinde. Bunun birbirilerini yok etmekten başka bir şeye neden olmayacağını bilmiyorlar mı?
    “Teşekkür ederim,” diyorum, heyecanlıyım. Hiç tanımadığım insanlar bile gelmiş, demek ki yakın bir gelecekte onlarla da tanışacağım. Sevincimi onlarla da paylaşmak istiyorum fakat, bir anda kalakalıyorum. “İyi de, benim doğum günüm 23 Aralık, kasımın ortasında kutlamak da nereden geldi aklınıza? Bu da planın bir parçası mı yoksa?”
    Cleopatra, bakışlarını Hürrem’den bir an için olsun alarak cevap veriyor: “Köşende yazarsın diye düşünmüş şu iki kız,” diyor, Marilyn ve Amy’yi işaret ederek. “Zaten buraya kadar gelebilmem için dil döktüler saatlerce. Susmaları için geldim, yoksa öreceğim çoraplar vardı daha.”
    İstemsiz bir şekilde gülmeye başlıyorum. Ağzım kulaklarıma varıyor ama Cleopatra’nın bir bakışıyla susuveriyorum, dediklerine güldüğümü anlamış ve kızmış olmalı bana. İnsanın kendisini bilmesi ne de güzel bir şey, öreceği çoraplar varmış, hah hah ha! O zaman ben ona örgü teknikleri ve çorap modelleriyle alakalı bir iki mecmua göndereyim. Mısır’da bulamaz öyle dergiler… Unutmazsam tabii.
    Derken kozmik telefonum çalmaya başlıyor, arayan Alice. “Doğum günün kutlu olsun! Nice yaşlara,” diyor. “Gelecek hafta duruşmam var, mutlaka bekliyorum seni de. Dediklerini düşündüm, haklısın ve sanırım düşüncelerim sayesinde de buradan çıkabileceğim.”
    “Tamam, geleceğim ve karamsar düşünmekten vazgeçmiş olmana çok sevindim. Kendine iyi bak,” diyorum ve telefonu kapatıyorum. Aman telefonla yakalanmasın; duruşma tarihi de ileri atar, hapiste geçireceği süre de.
   Herhalde telefonu kapattığımı gördükleri için kocaman, oldukça süslü, meyveli, üzerinde düşlerimin fotoğrafı olan doğum günü pastasını getiriyorlar. Tamı tamına on dokuz mum var, hepsini tuttuğum dilekle beraber üflüyorum.
    Pastalarımızı yedikten sonra, nereden bulup getirdiklerini bilmediğim kadın orkestrasının eşliğinde kurtlarımızı dökmeye başlıyoruz. Bu kadar kadının içerisinde bir erkek olarak bulunmak, dahası çoğunun kadınlığı nedeniyle zarar görmüş olduğunu da hesaba katarsak, benim bir kez daha ağlamama neden oluyor. Ben bu köşeyi, kadınların kadınlığını sahiplenmesi için onlar adına tutmuyor muyum zaten?
    Tam bu anda öteki telefonuma mesaj düşüyor: “Kulüp toplantısı başladı, başka yerdeyiz, sen neredesin?”
    Bana mesaj atmışlar, hem de hemen gelmemi istiyorlar. Ağlarken gülmeye başlıyorum. Kadınların hepsine teşekkür edip, partiden ayrılıyorum. Marilyn ve Amy… onların kalplerini biliyorum.



Editörün notu: Köşe yazıları konseptini dergiye taşımam konusunda beni kırmayan Nazlı Eray’a teşekkürlerimi sunuyorum. Nazlı Eray, hoşça vakit geçirmek ve bir kurgu içerisinde kültüre doymak isteyenler için benzersiz kitaplar yazıyor.

Not 2: TiyatrODÜ şimdiye kadar katıldığım en güzel öğrenci topluluğu. Çalışkan, eğlenceli, hoşsohbet, keyifli ve ince düşünebilen o güzel insanlarla bir arada olmak nasıl tarif edilebilir, bilemiyorum.

Alice’in Neşesini Kim (Ç)aldı? #kasım2012


    Bu ay kiminle röportaj yapacağımı aklımdan geçiriyorken, aniden bu zamana kadar bir elin parmağını geçmeyen insan sayısından başka kimsenin çocuklara pek söz hakkı vermediğini fark ediyorum. Alice ya da Pollyanna ile konuşsam acaba başarılı olabilir miyim?
   Alice’i arıyorum kozmik telefondan. Uzun uzun aradıktan sonra cevap veriyor ama sesi fısıltılı, inceden. “Şu anda konuşamıyorum, gardiyanlar bende telefon olduğunu fark ederlerse sorun çıkar,” diyor.
   “Gardiyanlar mı? Sen neredesin Alice?” diyorum soluk soluğa. Harikalar Diyarı’nda gardiyanların ne işi olabilir?        
   “Ben hapisteyim,” diyor, “imambayıldı yemeği yapmayı öğrenebilmek için yemek kitabı alırken bir anda kendimi burada buldum.”
    Yok artık! Alice imambayıldı yemeği yapmayı mı öğrenmek istiyor? Dahası yemek kitabı alırken içeri mi girmiş? Burada yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu gün gibi ortada.
   “Açık görüş ne zaman? O gün seninle görüşmek istiyorum, şu olayı açıklığa kavuşturalım,” diyorum. Pollyanna’yı arasaydım daha iyi mi olurdu acaba? Yoksa onun dünyası da mı allak bullak? Neler oluyor burada?
   “Bu hafta Salı gün,” diyor. Randevulaşıp kapatıyoruz telefonu. Onun yakalanmasını istemem, dahası telefonu içeri nasıl soktuğunu bilmiyorum ama kendisinin içeri nasıl girdiği de oldukça büyük soru işaretine sahip bir soru. Acaba yakın akrabası olmadığım bir mahkûmu açık görüşte ziyaret edebilir miyim, onu düşünüyorum şimdi de. Olur, inanırsam olur!
   Salı gün geldiğinde hiç sevmediğim halde takım elbiseye benzer bir şeyler giyip Alice’e gideceğim yolu tutuyorum. Temiz kıyafetler ve biraz da para ayarlıyorum. İçeride almak istediği şeyler olabilir, kıyafetleri de kirlenmiştir. Anası babası ne haldedir acaba? Yoksa Harikalar Diyarı gibi hapiste de zaman bizim yaşadığımız dünyadan farklı mı akar? Kafamda sorular. Ama Alice ile konuşmak istediğim başka konular var.
   İçeriye sorunsuz bir şekilde giriyorum. Uzaktan akraba olduğumuzu, hatta Alice ile uzun zamandır görüşmediğimizi ve bu gelişimle birlikte yılların hasretini gidereceğimizi söylüyorum, söylediklerimi doğrulamak istercesine biraz da gözyaşı salıyorum.
   Alice bitmiş! Viran durumda. “Ne oldu sana Alice? Nasıl oldu da buraya düştün?” diyorum Türkiye yapımı rezil filmlerdeki gibi, bir de ağlarsam kızı tam olarak depresyona sokabilirim. Aferin bana!
   “Yemek kitabı,” diyor, başka da bir şey demiyor.
   “Peki, sen neşe dolu bir kızdın, neşeni (ç)almalarına nasıl izin verdin?”
   “Neşemi zorla aldılar benden. Vermek istemedim ki. Söylesene, kim neşesini kaybetmek ister? Ben beyaz bulutları pembe görmeyi bilen, tavşanlarla konuşabilen, iskambil askerlere karşı direnen bir kızdım. Güçlüydüm! Neşesi çalınmış bir insan güçsüzleşiyor da,” diyor. Gözleri nemli. Soğuk hapishane gecelerinde neşesine sarılmak istediğine eminim. Kuşku götürmez bir gerçek bu.
   “Ama güçlü olmalısın. Direnmezsen kazanamazsın da. Yani güçsüz hissetmek bir nevi kaybettiğini kabullenmek gibi…”
   “Kabullenmeyeyim de ne yapayım? İnsanların arkamdan güldüklerine eminim artık! Daha geçen gün Harikalar Diyarı’nda yaşadıklarımı konuşuyorlardı, şimdi de hapishane günlerime ağıt yakarlar. Aniden sevilen, hoş bulunan, gülümsenen birinden hor görülen, küçümsenen, suçlu bulunan birine dönüşmek nasıldır bilir misin sen?” diyor.
    Ne yaptınız bu kıza, diyorum içimden ama dilime gelen “Hayır, sakın böyle düşünme. Bu düşünce seni küçültür asıl. Sen çok ama çok güçlü bir kızsın. En başta gururun var,” oluyor.
    “Ama hapisteyim, soğukta ve kıştayım. Dışarı çıksam da ne fark eder ki artık? Damgalanmış gibi olacağım, mürekkebim hiçbir zaman kurumayacak ve sonra da solup gitmeyecek.”
    “Saçmalama Alice. Ne olmuş yani hapisteysen? Hapiste olanları, oradan çıkanları küçük görenler bağnazlaşan, kendini beğenmiş, ukala, çekilmez kişilerdir. Karşısındaki ne yapmış olursa olsun, başkasını sevmeden kendini sevemez ki insan. Önce başkasını seveceksin. Başkasını gözünde ve aklında küçük tutmaya çalışırsan fikirlerin körelir, görüşün darlaşır, kendi karanlığına mahkûm olursun. Senin mahkûmiyetin de, tarif ettiğim bu mahkûmiyetin yanında hiç kalır Alice. Anlatabiliyor muyum?” diyorum, nefes nefese kalıyorum bunları söylerken ama Alice’i de bu durumda görmeye dayanamıyorum.
   “Artık gitmek zorundayım, görüş süresi doldu, dediklerimi bir düşün,” diyorum ve sonra da ekliyorum, “imambayıldıyı da dışarı çıktığın zaman ben öğretirim sana. Hem kitap alırken yakalanan birini ne kadar içeride tutabilirler ki?”
    Alice sessiz, üstü başı pis, düşünceleri benim söylediklerimle temize çekilmiş gibi bana bakıyor. Çıkarken bastırdığım gözyaşlarım avuçlarıma doluyor.     


Editörün notu: Köşe yazıları konseptini dergiye taşımam konusunda beni kırmayan Nazlı Eray’a teşekkürlerimi sunuyorum. Nazlı Eray, hoşça vakit geçirmek ve bir kurgu içerisinde kültüre doymak isteyenler için benzersiz kitaplar yazıyor.

Hüzünlü Bir Savaşçı: Amy Winehouse #ekim2012


   Oldukça serin, mevsim geçişine uygun bir günde Amy Winehouse ile buluşacağım için heyecanlı, mutlu, az biraz da keyifsiz bir şekilde ofiste bir ileri bir geri gidip geliyorum. Heyecanlı ve mutluyum çünkü Amy Winehouse’u çok severdim, keyifsizim çünkü Amy Winehouse’un öldüğü gün garip duygularla boğuşmuştum.
    Sandalyelerden birine oturuyorum, oturmamla birlikte Amy’nin içeri girmesi bir oluyor.
    Güzel ve de özel bir köşeyi ona gösterdikten sonra, ne istediğini soruyorum.
    “Hiçbir şey,” diyor. Hiçbir şey istememesini üzgünlüğüne, az biraz yıkılmışlığına ama yine de hayatın karşısında dimdik durmak zorunda hissetmesine bağlıyorum. Kim bilir ne kadar zorlanıyordur hayatın karşısında dimdik durmaya çabalarken?
    “Amy biraz sohbet etmek istiyorum seninle, sadece biraz,” diyorum.
    “Sohbet edebilmeyi, birileriyle hesapsızca konuşabilmeyi o kadar özledim ki,” diyor yanıt olarak.
    Ünün, şanın, şöhretin, hele ki yirmi birinci yüzyılda bireyleri ne kadar hırpaladığını düşünüyorum şimdi de. İnternet, televizyon, sınırsız olanaklar sanatçıların yıpratılmasına neden oluyor belki de, ama öte yandan aynı zamanda daha da çok insana ulaşmalarını sağlıyor. Neden bütün her şey tek bir nedene bağlanamıyor? Tüm olumsuzlukların içerisinden olumlu bir şeyler, tüm olumlu şeylerin içerisinden de olumsuz bir şeyler çıkıyor; bu mu aslında yaşam denilen karmaşık düzen?
    Ben düşünürken Amy parmaklarını inceliyor. Parmaklarında yüzükler, üstü başı her zamanki aykırılığını yansıtıyor. Saçları yine Amy tarzı. Sorularımı geçmeye karar veriyorum, içim pek de elvermeyerek.
    “Amy, şarkılarında kendini nasıl bu kadar açıkça anlatabiliyorsun?”
    Başını kaldırıyor, şöyle bir düşündükten sonra cevap veriyor: “İnsanlardan gerçek beni saklasaydım, onlara uydurma hikâyeler anlatsaydım beni bu kadar sahici ve samimi bulmazlardı, eminim bundan.”
    “Ama,” diyorum, “bu şekilde de seni hiç tanımayan insanların karşısında kendini korunaksız ve çırılçıplak bırakmıyor musun? Korkmuyor musun hiç yani?” diyorum.
    “Kendimi başkalarına anlatmaktan korksaydım, hiçbir zaman şarkı söyleyemezdim sanırım. Aslında ben tüm şarkılarımda kendimi kendime ispat etmeye, anlatmaya, kendime öğütler vermeye veya yaşanmışlıkları hatırlatmaya çalışıyorum. Kendimle hesaplaşmam insanların hayatlarına da sokuluyor, dokunuyor,” diyor.
   Ne kadar da haklı!
   “Peki, şarkılarının hiçbirinde az önce söylediğin uydurma hikâyelerden bir şekilde yararlandın mı?” diyorum. Ve galiba soru bulamadıkça saçmalıyorum. Amy ile konuşmayı o kadar çok istiyordum ki oysa. Ama insan biriktirdiği soruları da unutuyor o çok sevdiği karşısında. Tüm sorular kendilerine kâğıttan kanatlar takıp uçmaya, uzaklaşmaya başlıyor teker teker. Yakalamak istemiyorum hiçbirini. Çünkü Amy’nin şu an karşımda duran bu halini gördükçe hazırladığım soruların acımasızlığını anlıyorum. Bize şarkılarında anlatmadığı yönlerini didikleyecektim hayatının. Ama ne kadar da korkutucu bir şey bu. Hiç kalkışmamam gerekirdi bu röportaja, hiçbir zaman ulaşmamam gerekirdi Amy’ye kozmik telefondan.
   “Yapamayacağım,” diyorum. “Ben daha fazla devam edemeyeceğim bu röportaja.” Ağlamaklı oluyorum. İnsan kısa bir zaman içerisinde duygular arasında bu kadar çok savrulur mu?
    “Yapmak zorunda değilsin ama yapmak istiyorsan yapacaksın,” diyor Amy. “Şu hayatta insan yapmak istediği şeylerin, gerçekleştirmek istediği düşlerinin peşinden koşmalı yoksa boşuna geçirilmiş bir hayat kimsenin bir işine yaramaz. Düşlerinin peşinden koşacaksın ki bir zamanlar yaşamış olduğuna dair birilerinin hafızasında yer bulabil. Yanılıyor muyum?” diyor. Çocuksu bir neşe var dudaklarında, bana gülümsüyor mu?
    “Haklısın,” diyorum. “O kadar çok haklısın ki Amy, insanların seni bu kadar sevmelerine ve hayatın da seni bu kadar hırpalamasına şaşırmamak gerektiğini şimdi anlıyorum.”
    “Hem biliyorsun, insanlar çok korkutucu olabiliyor ayrıca,” diyor. “Bunu da söylemek isterdim, ki bazen söyledim de. Ama yeterli olmadı hiçbir zaman.”
    Bakışıyoruz uzun uzun. İçimizden konuşmaya devam ediyoruz. Ofisten uzaklaşmış, zamansız bir boyuta geçmişiz sanki. “Sen çok güçlü biriydin,” diyorum hemen.
    Şaşırıyor, “Neden geçmiş zaman çekimi kullandın şimdi? Yoksa öldüm mü ben?” diyor. Garip bir doğallıkla soruyor bu soruyu, sanki ölmeyi beklermiş gibi.
    Ne demeli şimdi? “Öldün ya, ama korkma, seni hala hafızasında taşıyan onlarca insanın hayatına etki etmeye devam ediyorsun,” diyorum.
    Oturduğu yerden kalkıp, geldiği gibi sessizce gidiyor. Gitme, diyebilmeyi o kadar çok istiyorum ki, olmuyor. Zaman ve hayat bazen çok tuhaf olabiliyor. 


Editörün notu: Köşe yazıları konseptini dergiye taşımam konusunda beni kırmayan Nazlı Eray’a teşekkürlerimi sunuyorum. Nazlı Eray, hoşça vakit geçirmek ve bir kurgu içerisinde kültüre doymak isteyenler için benzersiz kitaplar yazıyor.

Kadının Adı Yok* #eylül2012


Sıcak günlerde kalabalık caddelerde dolaşmak beni yorar. Tuhaf bir iç karışıklık yaşarım. Bu yüzden -belki mağaza eksikliğinden belki de insansızlıktan- sakin olan arka sokakları tercih ederim. Zaten böyle zorunlu bir tercihi yapmadığım zaman ya gideceğim yere ya da kendi planıma geç kalırım.
    Bunu hiç beklemiyordum doğrusu. Yani arka sokak yürüyüş için pek uygun bir yer değildir bana göre. Ama yine de kadınlar, ellerinde pankartlar ve garip bir takım eylem araçlarıyla arka sokağı istila etmişler. Oldukça tuhaf ve esrarengiz bir durum. Sanki onları benden başka hiç kimse görmüyor, yalnızca ben görüyorum. Bu kalabalığı görmemek mümkün mü peki?
    Bu ay dergide ünlü olmayan bir kadınla konuşmak istiyordum zaten. İçlerinden biriyle haberleşip, yarım saat sonra ofiste buluşmak üzere sözleşiyoruz. Konuşmak isteyen kadını konuşturmak lazım, yoksa patlama anı hiç de hoş olmayan bir konuşmaya dönüşebilir.
    Ben dergiye gidene kadar yarım saat geçmiş olacak ki, ofise girer girmez peşimden kapı çalınıyor. Gelen, röportaj için sözleştiğim kadın değil. Ondan epey farklı, sarışın, üstü başı pek bir derli toplu bir kadın bu. Benim sözleştiğim kadın konsepte daha çok uyuyordu hâlbuki. Yani normalde kadın haklarıyla, kadına şiddetle ilgili röportaj veren kadınlar nedense her zaman ‘dayak yemiş gibi görünen’ kadınlardır. Oysa her kesimden kadın evde, sokakta, iş yerinde şiddete maruz kalabiliyor. Bu yalnızca gözlerimizin görmediği o uzak kasabada yaşanan bir rezalet değil, bu rezalet hepimizin.
   “Hoş geldiniz. Ama sanırım ben sizinle değil de, başka bir arkadaşınızla sözleşmiştim,” diyorum hemen.
   “Benimle sözleştiniz. Sözleştiğimiz saatte de geldim,” diyor.
   Bu sarışın kadınla sözleşmediğime eminim ya, neyse. Sanırım o kalabalıkta kiminle sözleştiğimi de karıştırdım. Olur bazen böyle şeyler…
    “Çay ya da kahve alır mısınız?”
    “Kahve alırım, orta şekerli,” diyor.
    Kahveleri sipariş ediyorum. Ofiste herkes kahve sever! Herkese kahve sipariş ettikten sonra, buraya gelen tüm röportaj konuklarımın orta şekerli kahve sevdiklerini fark ediyorum. Marilyn, Audrey, Cahide Sonku, istisnasız hepsi orta şekerli kahve seviyor. Bu ofisimizin bir büyüsü olabilir mi acaba?
    “Kahvelerimiz de geldiğine göre hemen röportajımıza başlayabiliriz. Birkaç soru soracağım size,” diyorum. Heyecanlıyım. Canımı çok yakan, canımı acıtmaktan garip bir zevk alan bir konuya ilişkin ilk röportajım bu.
   Ofis şoke olmuş durumda bize bakıyor. Ünlü konukları ağırlamama alışkın onlar. Ama bu ay, isimsiz bir kadınla, adı olmayan ve benim de tanımadığım bir kadınla konuşacağım.
   “Yürümek için neden bir arka sokağı seçtiniz?” diyorum, ilk aklıma gelen sorudan başlayarak.
   Kahvesinden bir yudum alırken bir anda kadına bir şeyler oluyor, sarışın kadın gidiyor ve yerine esmer bir kadın geliyor.
   “Sözleştiğim kadın işte buydu!” diyorum heyecanla. Söylediğim duyulmamış olacak ki, kimse ilgilenmiyor. Ama burada garip bir şeylerin döndüğü kesin. Sarışın kadın gitti, yerine esmer kadın geldi. Acaba tekrar olur mu böyle bir şey? Ya da bu nasıl olur? Oldukça şaşkınım.
   “Çünkü arka sokakların ayrı bir büyüsü vardır. Ezilenler, ezildiğine inanılan insanlar, huzur arayanlar, kısacası sesini çıkartmak isteyen ama çıkartamayan herkes arka sokakları sever. Biz de bizi duymaktan kaçınanların işini kolaylaştırmak için arka sokaklardaydık bu sefer.” Kadın şaşkınlığıma aldırmadan, sarışın kadınmış gibi konuşmaya devam ediyor. Acaba sarışın kadın, bu esmer kadın olabilir mi? Yok yok, olmaz öyle şey. Nasıl olsun?
   “Arkadaşınız nereye gitti? Siz nasıl buraya geldiniz?” diyorum acele acele. Biraz fazla oluyor artık bu durum da. Yani bir kadın gidiyor, yerine başka bir kadın geliyor ve önceki kadınmış gibi konuşmaya devam ediyor. Hem de gözlerimizin önünde.
    “Kimsenin gittiği ya da geldiği yok. Başından beri benimle konuşuyorsunuz,” diyor sakince.
    “Peki, nasıl oluyor böyle bir şey? Yani bir anda esmer bir kadına dönüştünüz ve hırpalandığınız da o kadar belli ki,” diyorum.
   “Çünkü Duygu Asena’nın da dediği gibi, Kadının Adı Yok. Bizler hırpalanan ve hor görülen, yıpratılan ve göz ardı edilen, dövülen ve kimsesiz bırakılan kadınlarız. İsmimizin olmaması doğal değil mi? O yüzden işte, bu konudan bahsetmeye başladığımız anda başka bir kadına dönüşüyoruz,” diyor.
    Hiçbir şey diyemiyorum. Yalnızca dudaklarımdan “Yalnız değilsiniz aslında,” sözü dökülüyor. Sahi yalnız değiller değil mi? Yani onlar isimleri ve sabit bir görüntüleri olmasa da kendilerini savunan, sessiz kalmayan kadınlar. Böyle bir durumda onların yalnız olması söz konusu bile olamaz bence!


Editörün notu: Köşe yazıları konseptini dergiye taşımam konusunda beni kırmayan Nazlı Eray’a teşekkürlerimi sunuyorum. Nazlı Eray, hoşça vakit geçirmek ve bir kurgu içerisinde kültüre doymak isteyenler için benzersiz kitaplar yazıyor.

Ofisimizden Bir Diva Geçti: Cahide Sonku! #ağustos2012


   “Cahide Sonku ile konuşmak da nereden çıktı?” diyor iç sesim.
   Bu ay yılların unutturduğu, şansızlıkların ve kaderin çalkantılı bir hayat sunduğu, ayakkabısından şampanya içilen kadınla, yani Cahide Sonku ile konuşmak istedim. Bir tesadüf ile oyunculuğa başlayan, sonra kendi film şirketini dahi kuran, köhne mahallelerde yetişmiş ve orayı hiç unutmamış olan Cahide Sonku güç ile birlikte düşmanlar kazanmış, talihsizlikler sonucu ile hayatını diplerde yaşar olmuştu.
    Ben tam bunları düşünürken, birden ofisin kapısı aralanıyor. Gelen Cahide Sonku…
    Cahide Hanım ile konuşacağım diye ofise eski görünümlü, oldukça pahalı bir radyo bile aldım. Eski zamanlardan gelen bir kadını, eski zaman eşyaları ile şımartmak istiyordum. Hem de radyoda içe işleyen güzel şarkıları dinlemek, Cahide Hanım’ın sorularıma cevap vermesini kolaylaştırabilir diye düşünüyordum.
    “Hoş geldiniz Cahide Hanım, buyurun şöyle oturun,” diyorum hemen.
    Gayet şık giyinmiş. Alkolik olmadığı zamanlardan birinden geliyor, belli. Yoksa bu kıyafetleri giymesi, dahası böyle şık ve oldukça pahalı bir kolye takması, saçının başının böyle derli toplu olması imkânsız. Alkol herkesi dibe çekiyordu ne de olsa. Tüm erkekler tarafından çekici bulunan, şana ve şöhrete doymuş Cahide Sonku’yu da diğerlerinden ayırmıyordu.
   Kim bilebilirdi ki para içerisinde yüzen bir kadının, hayatının son yıllarında meyhanelerde alkol dileneceğini?
   Bir insan ne kadar dibi yaşayabilir? Cahide Sonku geldiği kenar mahallenin özlemini duyarken, orayı bile hak etmeyecek ne yaptığını düşünüyordu ölmeden önce. Sahi, bir insan sokaklarda donarak ölecek kadar kötü olabilir mi? Hem de bir zamanlar herkes tarafından sevilirken; bütün erkeklerin rüyalarına girdiği, bütün kadınların kıskançlık duyduğu, bütün genç kızların onun gibi olmayı istediği bir kadın…
    Ben tam bunları düşünürken birden radyo cızırtılanmaya başlıyor. Oldukça iç rahatlatan bir şarkının ardından spiker konuşmaya başlıyor.
   “DİKKAT: Son yılların en sıcak günlerini yaşadığımız ağustos ayı, Cihan Mert Yeşil ve Betül Erdoğdu gibi birçok insanın doğum günlerini de bünyesinde barındırıyor. Dostluklarının hiç eskimemesini dileyen dinleyicilerimizden biri, arkadaşları için bir parça istemiş. Dinleyicimizi kırmıyor, arkadaşlarının da doğum günlerini kutluyoruz.”
   Bütün dergi ekibi ve Cahide Hanım, hepimiz, şoke olmuş bir ifadeyle radyoyu dinliyorduk. Bu isimler benim arkadaşlarımdı ama bu eski zaman radyosunun içinde işleri neydi, anlamamıştım. Düşünmemeye karar verdim, belli ki dinleyici güzel bir hediye vermek istemişti arkadaşlarına.
   “Cahide Hanım, sizin için birkaç soru hazırladım. Arzu ederseniz onları hemen sormak istiyorum. İlk sorum, ün kazandıktan sonra duygularınızın nasıl değiştiği üzerine, lütfen biraz bundan bahsedebilir misiniz?”
   Ellerini birbirine dolayarak başlıyor anlatmaya, “Aslında çok şey değişmedi. Ben oldukça fakir bir semtte doğdum, tuvaleti bile evin dışarısındaydı. İnsanlar açtı, fakirdi, ayın sonunu kıt kanaat getirebiliyorduk. Bu aşamadan, kaderin etkisiyle zengin bir kadın olarak ayağa kalkmam yalnızca bedensel açlıklarımı doyurdu. Duygularım hala o semtte yaşayan bir çocuğa ait,” dedi.   
    Radyoda şarkı hareketleniyor. Bir türkü bu, acıların içerisinden yalnızlığı seçenler için çalıyor.
   “Peki, Cahide Hanım, geleceğe yönelik neler düşünüyorsunuz? Yani sanat hayatınızda bizi bekleyen ne gibi projeleriniz var?”
   “Şimdilik bir film şirketi kurmayı düşünüyorum. Oynadığım filmleri daha rahat çekebilmek istiyorum. Ama ruhum hep biraz eksik. ‘İnsanlara verdiğim değeri ekseriyetle kendim geri almak zorunda kalmaktan’ korkuyorum. Anlıyor musunuz beni?” Bir iki damla gözyaşı akıyor Cahide Hanım’ın yanaklarından aşağı. Galiba kaderinin nasıl ilerleyeceğini biliyor. Kurduğu film şirketinin yanacağını, bütün parasını kaybedeceğini, insanların artık onu sevmemeye başlayacağını, hastanelerde tedaviler göreceğini, sonunda da sokaklara düşüp meyhane kapılarında içecek bir şeyler dileneceğini biliyor gibi. İspirtoya kadar düşen bir yıldızın hikâyesi, en az onun kadar onun sevenlerini de ilgilendirmeli oysa.
   “Yalnız kalmaktan korkuyor musunuz?” diyorum, bu son sorum. Kapanışı sade ama bomba etkisi yapan bir soruyla yapmak istiyorum.
   “Korkmuyorum,” diyor. Omuzları havada, gözleri bana dikilmiş. “Yalnız kalmaktan değil de, unutulmaktan korkuyorum,” diyor. Anlıyorum onu.
   Hangi insan unutulmaktan korkmaz ki? Yaşamımız boyunca her şeyi, başarmaya çalıştığımız her işi, ortaya çıkardığımız her ürünü biraz da unutulmamak için yapmıyor muyuz?
   Cahide Sonku, geldiği gibi sessizce kalkıp gidiyor. Böyle gidişine aldırmıyorum. Ne de olsa yalnızlıktan korkmayan bir kadın o. Güçlü, şan ve şöhret sahibi, kendi ayakları üstünde durabilen. Şimdilik.


Editörün notu: Köşe yazıları konseptini dergiye taşımam konusunda beni kırmayan Nazlı Eray’a teşekkürlerimi sunuyorum. Nazlı Eray, hoşça vakit geçirmek ve bir kurgu içerisinde kültüre doymak isteyenler için benzersiz kitaplar yazıyor.

Audrey Hepburn'ü Kızdırdım Mı Acaba? #temmuz2012


   Ofiste oturmuş, bilgisayarda bir şeyleri karıştırıyorken birden telefon çaldı. Hemen açtık telefonu, tuhaftır ki telefondan beni istiyorlardı. Hemen aldım elime.
   “Oğuz Bey, üzgünüz ki Bir Ömür Yetmez filminden gelemiyoruz. Birisi bizi buraya hapsetmiş olmalı, çıkamıyoruz bir türlü,” dedi telefondaki ses.
   Sesi hemen tanımıştım. Bu, filmdeki bağımlı kızdı. Ot, eroin, kokain, sigara, türlü kötü alışkanlığa sahipti. Bir türlü bırakamamıştı. Film boyunca üzülmüştüm ona.
   “Nasıl olabilir ki böyle bir şey, geçen gün konuştuğumuzda gelebileceğinizi söylemiştiniz?” diyorum.
   “Çok denedik, bir türlü çıkamıyoruz. Önce sadece benim çıkamadığımızı düşündük, fakat sonra herkes denedi ve hiçbirimiz çıkamadık.”
    “O zaman ne yapabilirim ki, sizinle daha sonra konuşuruz köşemde. Dikkat edin kendinize, çok selamlar.”
    Bir anda telaşlanıyorum. Bir Ömür Yetmez’dekiler gelemiyorsa, ben kiminle konuşacağım bu ay köşemde? Bir telaş alıyor beni. Ofistekilerin şaşkın bakışları arasında kozmik telefonu bir o kulağıma, bir bu kulağıma dayayarak numarasını bildiğim herkesi sıradan aramaya başlıyorum. İlk aradığım numara Elizabeth Taylor’ın telefon numarası, menekşe gözlü şahane kadın. Açmıyor telefonu. İşi var sanırım. İkinci aradığım numara da Audrey Hepburn, neyse ki o açıyor telefonu. Kısacık da olsa köşemde konuşabilsem keşke onunla...
   “Merhaba, ben Oğuzcan Çağan. Audrey Hepburn ile mi görüşüyorum acaba?”
   Çocuksu sesiyle cevap veriyor hemen, “Evet, buyurun benim. Niçin aramıştınız?”
   “Köşemde sizinle röportaj yapmak istiyorum müsaitseniz. Yarım saat sürmez, gelebilir misiniz? Yoksa ben buradan bir araba yollatayım mı?”
    “Tamam, uzun sürmeyecekse geliyorum. Çünkü çekimlere yetişmem gerekiyor. Tiffany’de Kahvaltı’yı çekiyoruz. Pencereden yangın merdivenine geçip şarkı söylediğim sahneyi çekeceğiz bugün.”
    “O halde bekliyorum sizi,” diyorum hemen. Audrey Hepburn’ün tüm zarafet ve nezaketiyle beni kırmaması çok mutlu etti beni. Tabii, onu tanımlayan herkes zarafetinden ve nezaketinden söz etmemeyi başaramıyor. Çünkü kibarlık derecesi oldukça yüksek bir kadın Audrey.
    Bir saat geçiyor geçmiyor, Audrey ofisimizin kapısından içeri giriveriyor. Simsiyah, üzerine oturan, dekoltesiz, oldukça şık bir kıyafet giymiş. Ona ne giyse yakışır, fakat bu bir başka göstermiş onu.
   “Hoş geldiniz,” diyip hemen buyur ediyorum koltuklardan birine. Zamanını almamam lazım. O kadar kibarlık göstermişken, çekime geç kalmasını istemem. Yoksa ne olur halimiz? Kendimi kötü hissederim en başta.
   “İki soru soracağım size. Öncesinde çay veya kahve alır mıydınız?”
   “Orta şekerli bir Türk kahvesi alayım,” diyor sakince. Oturmuş ve ellerini kucağında birleştirmiş. 
   “Zarif kadının da hali bir başka oluyor yahu. Bizimkiler olsa böyle sakin sakin otururlar mı? Yıkarlar burayı, istekleri de bitmez,” diyor iç sesim.
   Hemen orta şekerli kahvesini istetiyorum. Türk kahvesini de biliyor, daha önce içmiş olmalı. Tabii kim sevmez ki orta şekerli bir Türk kahvesini?
   Kahve gelir gelmez ilk sorumu soruyorum. Madem Tiffany’de Kahvaltı filmini çekiyorlar, onunla ilgili sorayım. “Tiffany’de Kahvaltı filmi, romandan uyarlanan bir film. Yazar, Holly karakterini yaratırken Marilyn Monroe’yu esas almış değil mi?”
    Zarifçe kahvesinden bir yudum aldıktan sonra, “Evet, doğru bu. Fakat sanat camiası böyledir, kime niyet kime kısmet. Ben bu sansasyonun içerisinde anılmak istemiyorum, çünkü olayın benimle ilgisi yok. Beni oynatmak istediler, senaryoyu beğendim. Oynuyorum,” dedi. Kızmış gibi durmuyor, ben olsam kızabilirdim böyle bir soruya. Ama merak da ediyor insan, ne yapayım?
   “O zaman son sorumu sorayım, özel hayatınızda evli erkeklerle birlikte olduğunuzu duyuyoruz. Bu konuda ne söyleyeceksiniz?” Ben de bugün pimi çekilmiş bomba gibiyim. Sorular peş peşe gümbür gümbür geliyor. Kesin bir daha gelmeyecek köşeme Audrey. Kırıyorum kadını.
   “Özel hayatımla ilgili sorulara cevap vermiyorum. Bunu sizin de biliyor olmanız gerekir,” diyor. Yine sakin, yine zarif. Bir kadının zarafeti hiç mi bozulmaz? Audrey Hepburn’ünki bozulmuyor işte. Ne sorarsam sorayım, nasıl sorarsam sorayım sakin ve zarif.
    “Sorularınız bittiyse çekime yetişmem gerekiyor,” diyor ve kahve fincanını sehpanın üzerine bırakıp, üzerini de birazcık düzeltip dışarı çıkıyor. Ofisin hepsi peşinden bakakalıyor. Kızdırdık mı acaba kadını?   

Editörün notu: Köşe yazıları konseptini dergiye taşımam konusunda beni kırmayan Nazlı Eray’a teşekkürlerimi sunuyorum. Nazlı Eray, hoşça vakit geçirmek ve bir kurgu içerisinde kültüre doymak isteyenler için benzersiz kitaplar yazıyor.

Marilyn Monroe, bizim ofiste! #haziran2012


   “Ama bu elindeki Nazlı Eray’ın kozmik telefonu. Sende ne işi var bunun?” diyor iç sesim.
   “Gazetede yazmayı bırakınca kozmik telefon da bir şekilde bana kadar geldi. İstediğim zaman arıyorum birilerini. Bu ay röportaja Marilyn Monroe’yu çağırdım mesela,” diyorum hemen.
   Yaklaşık iki gün önce Marilyn’in önce beyaz telefonunu aramıştım. Sonra o telefondan ulaşamayınca yatağının öteki yanındaki pembe telefonu aramıştım uzun uzun. Birkaç çalıştan sonra hafif uykulu, genizden gelen buğulu ve alabildiğine seksi bir ses tonuyla Marilyn açmıştı telefonu. Telefondaki kısa bir görüşmenin ardından, bin bir telaşla dergiye davet etmiştim Marilyn’i, beni kırmadı. Bu ay Marilyn’le konuşacağım.
   Tam cümlemi bitirmişken içeriye Marilyn giriyor. Dergi ekibi olarak önce bir heyecanlanıyoruz. Tabii, 1963 yılında garip bir şekilde odasında ölü bulunan ve yıllardır ölüm nedeni üzerine türlü çeşit tezler ortaya atılan tüm zamanların en seksi kadını dergiye gelince telaşlanmamak elde değil. Hemen oturması için işaret ediyorum. Sakince geçip oturuyor.
    “Sizin vaktinizi çok almayacağım. Kısacık bir zaman için geldiniz buraya, bu yüzden hemen başlayalım istiyorum. Sizin için sorun olmaz değil mi?” diyorum. Dergi ekibi hala şokta.
    Önce dolgun dudaklarını şöyle bir tükürüğüyle nemlendirip, “Olmaz tabii. Hemen biterse benim için de iyi olur. Arthur kızabilir,” diyor.
    Demek ki Arthur Miller ile evli olduğu bir dönemden geliyor bu Marilyn. Tam isabet olmuş, benim de sorularım Arthur Miller ile evli olduğu dönemi de anlatan My Week With Marilyn üzerine olacaktı. Zaman kaybetmemek için hemen sorularıma geçiyorum. Ben ajandamı şöyle bir karıştırıp sorularıma göz atarken, Marilyn de gözlerini dergi ekibi üzerinde dolaştırıyor. Çalışkanlığımıza bayılmış olmalı. Çünkü sanıldığının aksine Marilyn’in çok çalışkan, durmaksızın öğrenmeye açık bir kadın olduğunu biliyorum.
    “Marilyn, My Week With Marilyn filmini seyrettin mi? Çünkü biliyorsun, senin yaşadığın yasak bir aşkı anlatıyor film. Filmde anlatılanların hepsi gerçek mi?” diyorum çabucak, soracak o kadar çok sorum var ki!
    Gözlerini yaramaz bir çocuk gibi kaçırıyor hemen. Belli ki cevap vermeyecek. Soruyu değiştiriyorum.
    “Peki, o soruyu boş verelim. Okuyucularımızın merak ettiği bir başka şey de, Arthur Miller ile neden evlendiğiniz. Sizi çok hırpalamış filmden anladığım kadarıyla.”
    Dudaklarını nemlendirip konuşmaya başlıyor: “Âşık oldum. O dönemde de Arthur’un beni koruyacağını düşünüyordum.”
    “Kimden koruması gerekiyor ki,” diyorum hemen.
    “Bulanık görüntülerimden. Yanımda beni koruyacak biri olmadığında hemen geri geliyorlar. Galiba beni delirtmeye, anneme benzetmeye çalışıyorlar.”
    Marilyn normalde annesi hakkında çok konuşmaz. Demek ki bugün ilaçlarını tam olarak almış, görüntülerle uğraşmak zorunda değil. Bir insanın oldukça popüler olduğu, herkes tarafından ilgiyle takip edildiği bir dönemde şizofrenik sanrılarından kurtulmak için birilerine muhtaç olması ne kadar kötü bir şeydir acaba?
   Konuyu değiştiriyorum. “Michelle’in oyunculuğunu beğendin mi, Marilyn?”
   Neşeleniyor hemen. “Evet, çok beğendim. Beni bu zamana kadar en güzel oynayan kişi. Çok mutlu etti beni,” diyor.
    Dergi ekibi sessizce bizi dinliyor. Bütün işler bırakılmış, herkesin bakışları Marilyn’in üzerinde. Sonra kafasını sallayıveriyor Marilyn. Sarı saçları arasında dolaştırıyor ellerini. “Ben artık gidiyorum,” diyor.
    Sıkıldı ya da canını sıkan bir şeyleri hatırlamak, konuşmak yordu onu. Gitmek isteyince engel de olamam ki kimseye. Dergi ekibinden de kimse engel olmaya çalışmıyor. Son bir gayret, “Soracak bir şeylerim vardı ama,” diyorum. Belki biraz daha kalmasına yardımcı olabilir söylediğim. Ama kararlı, oturduğu yerden kalkıp leopar desenli mini çantasını da eline alıp çıkışa doğru yürüyor. İçeriye girerken dikkat etmemiştim, üzerinde narçiçeği renginde üzerine tam oturan bir kıyafet var. Göğüs dekoltesi de epey fazla.
    Kapıdan çıkarken, “Soruların devamına da başka bir zaman bakarız. Şimdi yoruldum. Gidip dinlenmem gerekiyor,” diyor. Marilyn’i anlıyorum. Fark ettirmemesi gereken o kadar çok şey yaşıyor ki. Oyunculuk onun için bir nevi hayattan zaman çalmak. Sanırım Marilyn oynamasaydı daha erken ölürdü. Öyleyse, 1963’teki ölüm sebebi neydi? Kennedy’ler ile olan bağlantısı mı, yoksa uykusuz geçen bir gecenin daha ardından aldığı ilaçlar mı? Marilyn’in gerçek ölüm sebebi neydi? “Başka bir zaman,” demişti ya, o başka zamanı merakla bekleyecektim.


Editörün notu: Köşe yazıları konseptini dergiye taşımam konusunda beni kırmayan Nazlı Eray’a teşekkürlerimi sunuyorum. Nazlı Eray, hoşça vakit geçirmek ve bir kurgu içerisinde kültüre doymak isteyenler için benzersiz kitaplar yazıyor.