25 Temmuz 2014 Cuma

Başrolde Yeşilçam veya Gözlerinden Bellidir Cevriyem

Biyografi okumayı değil de, seyretmeyi daha çok sevdiğim bir tür. Hem nasıl sevdiğim.
   Biyografik romanlar, anlatılar, denemeler, şunlar bunlar her adımımı zorlayan bir metne dönüşür eğer gerçekten iyi yazılmamışsa. Ustalıkla inşa edilmemişse. Ya da kalibresi güzel tutturulmuş son derece ilgi çekici bir kişinin anıları değilse söz konusu olan.
   Başrolde Filiz Akın, daha önce bir yayınevi tarafından yayımlanmış. Pek tabii ve sanırım, benim okumayı pek sevmediğim bir dönemde.(Herkes ilk adımdan bu yana okumayı seviyor değil, bazıları çok sonradan tutkunu oluyor bu “eylemin”.) Neyse ki geçtiğimiz günlerde Altın Bilek Yayınları, yeniden yayımladı da haberim oldu. Haberim oldu demeyelim de, okuma şansım oldu. Hem de genişletilmiş, eklemeler yapılmış hâliyle.
   Yeşilçam filmleriyle büyüdüğümü birçok yerde, birçok kez söylemişimdir. Hatta birçok sahnesini zihnimde yeniden oynatıp durduğumu da söylemişimdir. Söylerim böyle şeyler.
   Başrolde Filiz Akın, bu açıdan çok zamandır uzak kaldığım Yeşilçam’la aramda örülmüş o ağı, danteli, örgüyü anımsattı bana. Hemen şunu itiraf etmeliyim ama: Sevgili Pınar Çekirge gibi bir Filiz Akın hayranı, tutkunu değilim.(Hayranı olunan bir kişiyi paylaşma açısından, yazar için hoş bir durum olabileceğini düşünüyorum bu tutkun olmamanın.) Benim soluğunu takip ettiğim yonca yaprağı Türkan Şoray. Belki biraz da Fatma Girik, ama o çok az. Hülya Koçyiğit ise yalnızca denk geldiğim filmleriyle usumda yer edinen bir kimse.
    Dönelim kitaba.
    Aslında Yeşilçam’a.
  Kitabı, kendimi epey kendime kapattığım bir dönemde, 1-2 günde okudum. Orada burada.
  Pınar Çekirge, anlatıda Filiz Akın’ı nefes üflediği karakterlerle geçişli anlatıyor. Nasıl geçişli? Sinema ekranında görünen bütün o kadınların, belki biraz, Filiz Akın’ın ruhunda yaşamaya devam ettiğini hissettirerek. Bu yüzden Başrolde Filiz Akın, Filiz Akın üstüne kurulu yazılardan oluşan bir biyografik kitap olmaya çalışırken, bir yandan da sinema ekranından geçip giden onca kadının aslında oyuncunun hayatına halen, bir şekilde dâhil olmaya devam ettiğinin da altının fena halde çiziyor.
    Kitap filmler ekseninde ilerliyor.
  Filmler, Filiz Akın’ın hayatına yön veriyor- belki de Filiz Akın’ın o filmlere yön vermesinden de öte!
   Bu pencereden bakıldığında çok daha karmaşık şeyler düşündürdü bana Başrolde Filiz Akın. Bir oyuncunun, sinema insanının hayatında yol alıyordu belki. Bütün o başka hayatların bilgisiyle.
   Her neyse.
   Yeşilçam işte. Kalp kırıklıklarının daha vicdani yaşandığı o büyülü hayatların zaman. Âşık olma halinin en iyi, en temiz, en insanı, en en en anlatıldığı, bir başka yere götüremeyeceğini bile bile içimizden bir yerlerden bir şeyleri kopardığı zamanın güzelliği.
   Böyle bir yazı planlamamıştım aslında. Bütün cümlelerin ve paragrafların biraz eksik kaldığının farkındayım. Ama şunu düşünüyorum bu aşamada: Çoktandır uzak kaldığım ve yetim bıraktığım sevgilim, Yeşilçam, bir kitabın bambaşka boyutunda karşımda çıktı ya, artık bırakmam eskisi gibi. Savurmam bu tutkuyu.
   Hem dedim ya, Yeşilçam, tutkunu olduğum bir kemiğim. Öylece bırakıp gidemeyeceğim. Söküp atamayacağım.
   Ayrıca bir de iz var, takip etmem gereken.
   Neşet Ertaş’ın türküsünden yola çıkarak atmosferi yaratılan o filmi bulmalıyım belki de. Neredesin Sen? olabilir mi adı? Kimdi oradaki kadın? Bambaşka bir hayatı yaşayıp sevdiğinin kendisini sevip sevmediğini öğrenmeye çalışan o kadın? Yoksa Filiz Akın mı?
   Ama ben Türkan Şoray’ı takip etmez miydim?
  En çok da, en çok da kitaptan uyarlama olduğu halde bambaşka bir senaryoya sahip Fosforlu Cevriye değil mi sevdiğim?
   Yoksa kafam da, tıpkı bu yazı gibi bir sürü açık uçlu düşüncenin hâkimiyeti altına mı girdi?
   Ah!
   Bir daha: Ah!
   Gözlerinden bellidir Cevriyem


O en sevdiğim filmin, en sevdiğim sahnelerinden biri.

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Bir Kadının Suç İtirafı

Beni bir Van Gogh tablosunun altında becermek istemesi bardağı taşıran son damla oldu. Van Gogh’a dahi duyduğum saygıyı unuttum bir an ve tabloyu adamın kafasına geçirip ona zarar vermek istedim. Tabloya değil tabii, adama zarar vermek istedim.
İlişkimizde günlerdir bir tutukluk olduğunu hissediyordum zaten.
Günler eskisi gibi akmıyordu.
Yağlanması unutulmuş eski bir kapı gibi gıcırdayıp duruyordu konuşmalarımız.
Konuşmalarımız bir tür çığırtkanlığa dönüşmüştü yani.
Birbirini anlamayan, duymayan, duysa da konuşmayan, konuşsa da anlatmayan onlarca çifte benzemiştik sonunda. Başlangıçta verdiğimiz söze rağmen.
Van Gogh tablosu ise sorunlara son cilayı attı.
Parlattı sorunları.
Ama ben ona demiştim başından, bir fahişenin sevgilisi olmaz, olamaz, olsa olsa dostu olur. O da cebine para doldurmayı ve bedavadan bir kadınla yattığını hesaplarken kıskanmaya vakit bulamaz. Bulsa da hangi birinden kıskanacak?
Bu yüzden daha fazla konuşmak istemiyorum Hâkim Bey.
Evet, öldürdüm onu, hem de vahşice.
Sanırım hayatın sırtıma yüklediği ağırlığın altında kalmaktan kurtulmanın tek yolunu onu, bana ressamların isimlerini tek tek öğreten o resim öğretmenini öldürmek biçiminde kurguladım.
Evet, kurguladım.
Ve o kurgunun altında kaldım efendim.
İlahi kurguya, kendi kurgumla savaş açtım.
Ama olmadı.
Şimdi cezam neyse onu çekmeye razıyım, yeter ki “hayat üstüme binip durmasın”.
Yeter ki nasıl düştüğüm daha fazla sorulmasın.
Çünkü cevap vermekten yoruldum.
Çünkü suçumu kabul ediyorum.
Çünkü ben artık herkesin gözüne bir hiçim.
Hiç'in hiçi.
Ötekinin ötekisi.
Katil bir fahişe.
Fahişe sıfatıyla kabul edilmediğim onlarca insan tarafından yükü iki kat artmış bir biçimde kabul edilmeyi bekleyemem, beklemem.
Kimse katil bir fahişeyi görmek istemez.
İstememeli de zaten.
Bu yüzden tıkın beni hapishaneye.
Orada birisi şişlesin ya da ne bileyim bir şekilde öldürsün beni ve geberip gideyim.
Olur mu Hakim Bey?
Lütfen.
Yalvarıyorum size.
Bunun için yalvarıyorum.
Nasıl da aşağılık bir durumda bulunduğumu görüyor musunuz şimdi?
Ölümümü diliyorum. Hem de en saçma bir yoldan.
Siz de affedin beni.
Ama yine de tıkın içeri.