10 Aralık 2015 Perşembe

O Gün

O gün gittin.
Bakışları bir müddet havada asılı kaldı.
Dudaklarının arkasında sıkıştırmamanı istediği sesin, ona şunları düşündürdü: İçine bir yıldırım düşecek, seni ilk gördüğünde. Kalbinin zarı titreyecek. Hudutları içerisinde kuruyup kalan ormanların yeniden yeşerme umudu olan tohuma, filize, yeni cana rastlamanın getirdiği bütün zelzeleyi sende bulacak. Çorak toprakların eski sahibi ormanların gümbürtüsünü uyandıracaksın. Kuruyup kalmış bütün dereleri, gölleri, denizleri ip gibi sızmaya başlayan bir suyla tanıştıracak, besleyeceksin. Sen, onun için artık tüm tutkuların ve hislerin öldüğü bir zamanda, aslında ölmediğini düşünüp kendini unuttuğu sırada ona yanlışlarını göstereceksin. İlk anda. Yanlış bir patikanın izini sürerken, sen onu çalıların ardındaki en temiz ve en doğru yola çağıracaksın. Sesin, onun kalbinin zarını bir kez daha titretecek o zaman. Sende bir şiir var ve o şiir, imgelerin en güzelinden ve yaşamın özünden oluşuyor. Sen o şiiri, o gün, onun ruhuna akıtacaksın. Bilmeyeceksin.
O, o günde kalacak.
 
O gün gittin.
Bir sel yıkadı onun içini.
Tüm renklerin en güzel tonlarını içine sığdırdığın gözlerin, ona şunları düşündürdü: Senin bilmek isteyeceğin, ondan duymak isteyeceğin tüm şiirleri kendi gözbebeğine yerleştirmek isteyecek. Sen onun gözbebeğine baktığında sevdiğin tüm şiirleri onun gözlerinden gör, dahası kendinin nasıl “kutsal” biri olduğunu onun gözlerinde oku isteyecek. Senin şimdiye dek özlediğin bütün duyguların karşılığı olmak isteyecek. Onları sana sunmak, içinde duyguya dair ne varsa hepsini sana anlatmak isteyecek. Anlatamayacaklarını tarif etmek, göstermek, yaşatmak, yüreğiyle senin yüreğin arasındaki o derin yar üzerine asma köprüler kurup sana ulaşmak isteyecek. Tüm istekleri sana çıkacak.
O, hep seni düşünecek.
 
O gün gittin.
Hayatının imgesi sen oldun.
Kapkara kıyafetlerinin arkasından parlayan tenin, ona şunları düşündürdü: Sana, yüreğinde seni sakladığını ve oraya baktığında kendinle karşılaşacağını söylediğinde inanman için bir şeyler yapması gerektiğine inanacak. Sanki boğazını yırtarcasına yutacağı kırık ayna parçaları, sen onun göğsünü yarıp içine baktığında karşılaşacağın gerçeği sana sunacakmış ve onun da öyle yapması gerekiyormuşçasına çıldıracak. Bütün çılgınlıklarının referans noktası olarak sana ulaşmayı görecek. Sana ulaşsa, aranızda –henüz gönlünüzde değil- kuracağı köprülerden biriyle sesinden, bakışından, ellerini kullanışından, teninden kendine saklayıp sonsuza dek unutmayacağı anılar icat edebilecek. Aslında "şimdi" sorsan, o güne dair hatırladıklarının gerçeklerden farklı olduğunu görecek. Çünkü belleği onunla onun istediği bir oyuna girişecek göz açıp kapayana dek. Sana dair hatırladığı tüm detaylar, senin şiirselliğinin yanından bile geçemeyecek. Sen, metaforların en büyüğüsün.
O, seni hayatının şiiri yapacak.
 
O gün gittin.
Bilinmezlik kaldı geride.
Kalkıp gidişindeki acelecilik ve acemilik, ona şunları düşündürdü: Sen gittin ve bir daha karşılaşmayacaksınız. Bir daha göremeyecek seni. Gördüğünde de, belki, sen onu hatırlamayacaksın. Korkuların en dipsizine sürükleyecek bu düşünce onu. Ama olur ki hatırlarsan eğer,  onunkalbinin hudutları o güne kadar görülmediği biçimde genişleyecek. Ormanların gümbürtüsü artacak. Tüm şiirler sana çıkacak. Söylediği, kurduğu tüm tümcelerin öznesi de, yüklemi de sen olacaksın. Sen, bilsen de bilmesen de, birinin hayatının merkezinde olacaksın. Pergelin sabit ucu olacaksın ve o, nereye giderse gitsin sende kalacak. Kaçarsa, geri dönecek. Saklanmayı beceremeyecek. Tüm duyguları ifşa olacak. Sen, onu bilecek ve tanıyacaksın. Öğrenmek ve bilmek onun senden ona akarak büyüttüğü duyguları, yeşerttiğin ormanları, suyuna kaynak olduğun denizleri ve gölleri ne yapacak, yaşatacak mı?
Ona ne olduysa, sen yapacaksın bilmeden.
 
O gün gittin.
Ruhunu öpmeyi unuttu.
Ona sıkı sıkı sarılışındaki sihir, ona şunları düşündürdü: Sen gitsen de, o hep sende kalacak. O kaçmaya çalıştıkça sana koşacak. Sana koştukça çok engelli uzun bir koşudaki bacağından vurulmuş ama yine de yarışa devam eden biri olacak o. Kaç enstrüman varsa hepsinin notaları seni işaret edecek. Kaç şarkı varsa, sözleri arasından sen çıkacaksın karşısına. Kaç şiir varsa, içinde imge olarak sen olacaksın. Ruhunu öpmeyi unuttuğunu düşünüp susacak. Belki gönderdiğinde alıcısına –sana- ulaşamayan bir küçük şiir metin yazacak. O metin de senden, senin varlığından ona akan duygunun eseri olacak.
Onun ibresi sende sabit kalacak.
 
O gün gittin.
Aylar sona gözünü sende açtı.
Sessizlik anlarında ikinizin de aynı anda gülmesi, ona şunları düşündürdü: Senin hudutlarını işgal ettiğini düşündüğü anda kaçacak, sende hasar bırakacak herhangi bir şeye sebep olmamak için her şeyi yapacak. Senin ruhunun berraklığını, varlığının şiirini zedeleyecek her şeye karşı duracak. Barikat olacak. Set olacak. Sana gelebilecek kötülüklere karşı yıkılamaz duvarlara dönüşecek. Sende durup, senden kaçtığı anda dahi, senin varlığının devamı için kendi şiirinden bile vazgeçmesi gerekse bunu yapacak. Sen, senin gibi kal diye kendinden vazgeçecek. Ama o güne dek, varlığını varlığınla birleştirmek için köprüler kurmaya çabalayacak. Elinden ne geliyorsa, en iyisini yapacak. Sesini sesine karıştırmak, ruhunu öpmek, senin şiirini ezberlemek için zamanların üzerinden atlayacak. Günler geçecek, sende kalacak.
O sende sabitlenecek.

31 Mayıs 2015 Pazar

Mektubun Ortası

...


Bu aşktan ne kadar yara aldığımı sana ancak şu tümceyle açıklayabilirim: Ben artık savaş sonrası mermi kovanlarını saklayamamış, mermi deliklerini delicesine bir tutkuyla sergileyen şehirler gibiyim. Duygularımın tümünde kurşun izleri var. İçimin tüm evleri, apartmanları, restoranları, kafeleri yıkık dökük ve eski tanıdıklardan kimse bundan pek etkilenmiyor. Yalnızca yeni tanıdıklar ilginç buluyor bu durumu. Onlara savaştan çıkmış ve o savaşın izleri silinmemiş bir şehri anımsatıyormuşum gibi bakıyorlar. Gözlerinden bu okunuyor. Hiç tanışmadığım ve belki de tanışmayacağım insanlar benim için yas tutuyor fakat diğerleri... onlar... uzundur tanıdığım kimseler viran halime alışmış olduğu için tepkisiz kalıyor. Durumumu ancak bu biçimde açıklayabilirim. İç savaştan artakalan sözcüklerimle...
Şimdi bana inanıyor musun?

Senin için tanımlanması imkansız, hatta sakat bulunabilecek bir aşkı böyle yaşadık biz. Kendi yıkımımıza koşarcasına... Sen, benden geçmiş bir erkeğin kalan duyguları ve artık yeni anılar biriktirmeye o kadar da istekli olmayan belleği ile yetinmek zorunda kaldın. Ama, bunun için beni suçlu bulabilir misin? Eğer gözünde suçlu konumundaysam, geçmiş zaman cinayetleri gibi insan kalabalığının en yoğun olduğu meydanın orta yerine kurulacak platformda giyotinin altına boynumu uzatmamı nasıl karşılarsın? Buna izin verir misin? Senin de sevdiğin bir adam için ölümümü seyredebilir misin? O çığırtkan kalabalığa karışabilir misin?

Bunu yapabileceğini sanmıyorum ama. Aziz ile benim ilişkimizin ifşa olması sana bu fırsatı bırakmayacaktır zaten. Haberin dahi olmadan ölüme sürüklenebiliriz. Sen günler sonra öğrenirsin. "Çarpık" ilişkiler toplumun sopalarına maruz kalır çünkü. Kanlı sopalarına... Çünkü bütün kötü kalpli insanlar günü geldiğinde bir diğerini öldüresiye dövmek amacıyla evinin en gizli köşesinde bir sopa saklar. Ve o tahta sopalar, maddi ederinin milyon katı üstünde manevi zarara uğratır herkesi.
Anlıyor musun beni?
O yüzden, bütün yazdıklarımı yargılamadan oku. Yargılanmak herkesin kaderi ya da içine çekildiği o iğrenç kara delik olmamalı çünkü. Çünkü biz Aziz'le birbirimizi severken, birbirimizin vadilerini okurken, derelerinde yıkanıp aşkın en temiz halini canlandırmaya çalışırken hiç kimseyi yargılamadık. Dünyada herhangi bir iyilik eylemcisine dönüyorsa eğer, bize bunun dönmesini dileyebilirim şimdi. Yoksa anılarımızın birer intikam aracına dönüştürülmesine şahit olmamak için kendimi öldürürüm!
Yerimde olsan sen ne yapardın Nevin?
Beraber yaşamak için ev aradığın erkeğin hapiste yatmasına dayanabilir miydin en başta? Sindirebilir miydin bütün güzellikleri yüzünde, yüreğinde, geçmişinde bulduğun birinin senin hemen ardından birini öldürüp hapse girmesini? Tutuklanmasını?
Kiralamak için önünden her geçişimde penceresine baktığım ev, tıpkı bize benzeyen o yaralı ev, kiralanmış. Uyduruk bir falcı tutmuş orayı. En özel anılarımdan birinin üzerinden geçip geriye kendi uğursuz, anlamsız imzasını bırakmış. Oysa o evde yaşamalıydık biz. Küçücük o dairenin rutubetli duvarları, dökülen tavan sıvası, soğuğa ket vurmayı beceremeyen pencereleri olmalıydık.
Şimdi yapayalnızız.
En azından ben.
Belki ona senin varlığın iyi geliyordur. Her şeyinle ona iyi geliyor, kalbini genişletiyorsundur onun ve en başta kendinin.
Sana benden bir kez bile bahsettiğini düşünmüyorum. Fakat bir şey beni bu düşünceden emin olamamaya itiyor. Kimliğimi eğip bükerek, senin de yargılamayacağın bir hale getirerek bahsetmiş olabilir. Sahi sen bir başkasının var olmuş olma durumuyla acı çektin mi?
Ya da senin mutsuzluğun üzerine, senin geleceğin üzerine kurulmuş ve başkalarının gelecek günlerinden haber taşıyan bir falcıyı öldürmeye kalktın mı?


...



(Ölüm üzerine öyküler çalışırken kitabın diline uymayacağını düşünmem, mektubun anlatıcı dili olarak diğer öykülerin bütünlüğüne ne yazık ki yakın durmaması, biçem olarak diğer öykülere uymaması bu öyküyü kenara bir yere kaldırmama neden oldu. Zaten çok da başarılı bir öykü değildi -hatta hiç-, yalnızca mektubun yazarı adamın konuşmayı dahi beceremeyen halinin öykünün ilerleyememesine neden olan tökezlemelerde karşılık bulması hoşuma gitmişti sanırım. Birkaç gündür bir parçasını bir yere bırakmak istiyordum, blog'a bıraktım.)

31 Mart 2015 Salı

Karanlıkta

19:32
Elektrik kesildi.

19:35
Kesinti sonrası karanlığını bulduğumuz ilk mumun fitilini yakarak yırttık. Bu seferkinin farkı ne?

20:13
Zaten şarjı az olan telefonumun şarjı bitti ve kapandı. Ne zaman bir daha şarj edebileceğimi, açabileceğimi, mesajlarıma bakabileceğimi, oyun oynayabileceğimi bilemiyorum.
Dışarıda fena bir sis var. Elektrik olsa dahi göz gözü görmez. SİS filmini anımsatıyor bu durum bana. Gerilim kaçınılmaz. Bu seferkinin farkı, önceki gibi bir başka şehirde elektrik olduğu fikriyle teselli bulamıyorsun. Elektrik olan en yakın şehir kaç kilometre uzakta?
Yıllar önce elektrik yokken işler nasıl yürüyordu onu düşünüyorum. Filmlerde görüyordum fakat şimdi içinde bulunduğumuz durum kafa kurcalayıcı. Revolution’ı ansıyorum bir anda. İşler tabii ki o boyuta ulaşmayacak ama bir oyunu yaşıyor gibi hissediyorum. “Birileri bizi delirtmeye çalışıyor.”

20:19
Bir anda gülmeye başlıyorum. Kahkaha. Kahkaha. Kahkaha.
Düşündüklerimin hepsi karışıyor. Sözcükleri bile şaşırır oluyorum.

20:24
Üst kata, dedemlerin yanına gitmeye karar veriyorum.
Elimde mum, merdiven basamaklarını çıkarken halen gülüyorum.
Dedem ve anneannem bir mumun deli ışığıyla oturuyor. Alev gülüyor. Ben susuyorum.
İşler karışık galiba. Konu hakkında zihnimde kurulacak bütün cümleleri de susturuyorum. Alevin kahkahası kafamı karıştırıyor, oyunumu unutuyorum ve düşünmeye başlıyorum konu üzerine.

20:3-
Elektrik kesintisi bitiyor.
Tam olarak hangi dakikada geldi elektrik?
Tekrar kesilir mi?

20:41
Mumun deli alevinin kahkahasını susturuyorum.
Alevi de, ışığı da deli bir mum o.
Telefonumu şarja takıyorum, televizyonu açıyorum.

Bizi delirttiler mi?

24 Mart 2015 Salı

İstanbul'da

Deliliğimin derecesini, artık tahammül edemediğime karar verdiğim hediye edilmiş bazı nesneleri hayatımdan çıkarıp attığımda fark ettim. Epey delirmişim! Öyle bir delirmişim ki, saatlerce uyuyorum. Uyanıp hiçbir eyleme bulaşmadan yeniden uyuyorum. Çevrenin süren tavrına karşı uykuyla karşılık veriyorum. Ve ben, hakikaten delirmişim!
Bir hafta sürdü bu uyuyup uyanmalarım.

Birçok kişiye anlattığım, aylardır almadığım hazzı melankolide bulduğum bir anım var. Onlarca insanın günlerce gerçekleştirdiği, artık sıradanlaşmış olan bir şey hem de. Onu benim için sıradanlıktan kurtaran: zaman aralığı, birbirimizi özleme payımız.
İstanbul'a çok sık gitmeye başladım 2015 itibariyle.
Şubat'ta gittim.
Mart'ta da gittim.
Nisan'da gitmek için zaman yaratmaya çalışıyorum.
Mayıs ne olur bilinmez ama Haziran'da aktarma yapmak için muhakkak gitmem gerekecek.
Temmuz'daysa yine bir zorunluluk haliyle orada olacağım birkaç gün. Yurt dışı dönüşü.
Plan yapabilen, geleceğe çengel atıp ona halatla ya da misinayla tutunabilen birine dönüştüğümden bu yana epey keyfim kaçık. Fakat yeni kazanmış olsanız da, alışkanlığınızdan kolay vazgeçemiyorsunuz. Sebepler varken hem de. Olsun.

Anıya gelecek olursak.
Yer: İstanbul.
Saat: Havanın karardığında bakılırsa epey geç, belki akşam 11 suları.
Mekan: Şimdi numarasını, nereden nereye gittiğini hatırlamadığım otobüslerden biri.
İstanbul'un kendine göre kimyası olduğu, insanlarla göz kontağından kaçmak gerektiği, dahası onları görmüyormuş gibi yaparak bela savmanın kolaylaştığı fikrini edindiğim saniyeden bu yana hava kararmışsa kulaklıkla dolaşıyorum dışarıda. Otobüste. Metroda dahi.
Orada yaşayanların gündelik sıradanına dönüşmüş bir şey bu.
İşte her neyse, kulaklığımda şarkı dönüp dururken ve ben otobüste ayakta, demirlerden birine tutunmuş gidiyorken bir şey oldu. Ne olduğunu ayırt edemedim. Fakat gerçekten düşsel bir anın içine çekilmişim gibi hissettim. Baktığım camın dışında, fakat tastamam kendi içimdeydim. İyiydi. Deliliğimi hatırladım.

Belki de bu yüzden İstanbul'a daha sık gitmek aklımı çekiliyor.
O anı yeniden yakalamak için.
Zor.
Ama deniyorum.
Sonuçta deliliğimi bir biçimde hatırlamam gerekiyor.
İyi bir anın içine düşüvermem gerekiyor.

Delilik kıymetli bir şey.
Hediyelerin atılması ise bazen, hakikaten, lazım geliyor.
Yeni anılara yer açmak için, travmalardan sıyrılabilmek için. Kimse her gördüğünde kötü çağrışımlar yaratan bir nesneye katlanmak zorunda değil çünkü. Hiçbirimiz.

8 Şubat 2015 Pazar

Gözbebeğinde

6 Şubat için, denize, denizin bütün kıyılarına.

Gözlerimizle konuşuruz.
Böyle mi demiştim?

Bir başkasının gözüne gözbebeğinde kendi yansını görecek kadar yakından ve uzun süre baktığında hayatın yeni baştan yazılmış olur. O küçük, siyah yuvarlağın içerisinde kendini gördüğünde yakınlığın bir değeri olduğunu hissedersin. Yoksa kimse hiç sebep yokken dokunmaz birbirine. Yakınlık, öyle ya da böyle bir sebep arar kendine ve yoksa dahi yaratır o sebebi. Dönüştürür. İçin en derinine imza bırakır, tenin her santimine. Kabullen ya da kabullenme, başlangıç nasıl olursa olsun, gözbebeğinde mühürlendiğin kişi sana kendini daima hatırlatır. Ona da hatırlatır, hem de unuttuğu bir şeye dönüştürdüğü hissine kapılsa da. Gözbebeği, belleğe en yakın olandır çünkü. Bellekse kalbin gizil anahtarı.

Gözlerimizle konuşuruz.
Böyle mi demiştim?

.
.
.
.
.
Kaç nokta geçerse, zaman hızlı akar?
Konuştuklarımızı, konuşma biçimimizi unutur mu?
Gözbebeği riya kaldırır mı?
Tekrar görüşmek, gerçekleşmemesinden en fazla korkulan eylem, hangi tarihte mümkün olur?
Yeniden, kaldığı yerden, belki görüşülmeden geçen o ara zamanı hiç umursamadan, gözbebekleri birbirine dönüp de konuşmaya başlar mı?
Bunları okuduğunu nereden ve nasıl anlarım?
Anlar mıyım?
Geleceğimin tamamını onun için yeniden inşa etmeye hazırlandığımı anlatır mıyım?
Dinler mi beni?
Dinlese bir şey değişir mi?

Gözlerimizle konuşuruz.
Böyle demiştim, eminim.

Nasıl bu hale geldim ben?
Oysa hiç tanımıyordum onu.
Birini tanımak, bilmek, kalbinin yönünü belirlemesine yardımcı olacak bir yıldıza çevirebilir mi onu?
Bütün haritaları değiştirmene neden olabilir mi?
Bunların hangisinin önemi var onun için?
Gözbebeğini dahi ayrı yazmak istemememin?
Ne kadarının?
Kaç hecesinin?
Kaç harfinin?

Gözlerimizle konuşuruz.

Sahi, konuşur muyuz bir daha gözlerimizle?
Gözbebeğinde yeniden fotoğrafımı görebilir miyim?

Gözlerimizle konuşuruz.
İyi ki kurmuşum bu tümceyi.
İyi ki.

İçimin atları ona koşmak istiyor.
Çok engelli bu koşuyu başarmak istiyor.
Konuşmak için, söylediklerini bir kez daha söylediğini duymak için.
En mühimi de şu cümleyi tekrar etmek için:
Gözlerimizle konuşuruz.