19 Aralık 2014 Cuma

...

Çok zamandır aklımda dönüp duran bir konu var. Yazmak istiyorum. İstiyorum ama zamanını tutturamıyorum. Yolunda gitmeyen şeyler oluyor her seferinde. Aksiliklerden öte, kendimle ilintili, kendime dair, bana ilişkin. Sonra da yazacağımı, yazmak istediğimi unutup başka sulara dalıyorum, boğulmak için. Kendimi tekrar tekrar aynı derin suyun dibini bulmaya çalışır halde buluyorum. Her keresinde yosunlara dolanıp, ölüyorum. Ben de yosuna dönüşüyorum. Yeşil, kaygan, acayip biçimde hayata tutunmaya çalışıyorum. Kendimin dışına kaçıp bambaşka “bir şey” oluyorum. Kendimi ben bile yadırgıyorum. Balıklar ölgün gözleriyle bana bakıyor. Suçlu bütün bakışları yeşilimde hissediyorum. Yine de buna aldırmayıp suyun dansına katılıyorum. Dalgalanıyorum, sallanıyorum, kendimden geçip sonunda bir balığın dişleri arasında uyanıyorum. Diğer yarım nerede? Balıklar yosun yer mi? Yerse neden ben, bir başkası değil de ben? Sorularım da benimle birlikte balığın ince dişleri arasında kalakalıyor. Hâlâ balığın beni gerçekten yiyebileceğine inanmıyorum. Daha önce hiç görmemişim. Görmediklerime kimi zaman inanmamın müthiş olabileceğini, henüz bilemiyorum. Bir hareketlenme oluyor sonra… yanımda, metalik bir varlık hissediyorum. Hissim taşları delebilecek kadar keskinleşiyor, sivriliyor. Onu görüyorum. Çengel. Ve yeniden, ne olduğunu bir kez daha anlamadan, ikinci kez ölüyorum. İçimde ölülerimi biriktiriyorum. Ölüme alıştıktan sonra, geçip karşısına, gülüyorum. Gülüşüm suratımda donuyor. Ağzımı bir daha kapatamıyorum, dişlerim çürümeye başlıyor, tenim pul pul oluyor. En kötüsü de, pullarım, rüzgâra yenik düşüyor. Birdenbire derinden gelen uğultulara kapılıp soyulmaya başlıyorum, derimden başlayan ve benliğimin çekirdeğine uzanan rotada. Çekirdeğimi bulup çıkarmak için katman katman söküyor tenimi. Gittikçe şiddetlenen rüzgâr karşısında daha ne kadar ayakta kalabileceğimi bilemiyorum o an. Beni parçaladığı bütün an’ları, yeniden birleştirecekmiş gibi hissediyorum sanki, buna da emin olamıyorum. Sonra, yeniden ölüyorum. Başta toprağı yadırgayıp sonunda ona da alışıyorum. Gömüldüğüm toprakta gezinen ağaç köklerine sarılıyorum. Sarılıp ağlıyorum. Ağaca karışıyor, yaşama yeniden tutunuyorum. Sonra benim yeniden ölmem için daha korkunç bir şey oluyor. Umursamıyorum. 

15 Ekim 2014 Çarşamba

MM: Uzun Aradan Sonra Yeni Konuşmalar

“Kahvenin yanında çikolata alır mıydın?”
   “Hayır, diyetteyim,” diyor.
  O kadar zamandır görüşmüyoruz ki, neyi sevip neyi sevmediğini dahi adamakıllı hatırlayamıyorum. Belleğimde birbirinin yanına yakışmayan garip tümceler. Belki bu tümceleri birleştirmek için arıyorum Marilyn’i, o yüzden özlüyorum. Belki de kırık kalbini biraz da ben kırmak için istiyorum onu yanımda. Çünkü konuştuğumuz her seferde de ağlıyor. Ya içine içine ya da bütünüyle dışarı akıtarak gözyaşlarını. İkisinin arasında çok fark var onun için. O, ikisini birbirinden öyle ince bir bağla ayırıyor ki, her göz göremiyor farkı.
   Karşımda, tekli koltukta oturuyor. Bense bütünüyle rahatlığı kucaklayarak köşe kanepenin köşesindeki o uzun, o uzanmak için birebir kısımda sere serpe yatmaya çalışıyorum. Sığamıyorum. Sığdıramıyorum kendimi. Oraya bile.
  “Neden bunca zamandır konuşmadık Marilyn? Aramızda bir kırgınlık var gibi hissediyorum. Olmasın. Herkesle olsun ama bir tek seninle olmasın. Ben içimin en derinini bir tek sana açabiliyorum çünkü. Ruhumu çıkarıp ortaya koyabiliyorum senin yanında, ruhumun karşısında senin ellerine büyüteç tutuşturuyorum,” diyorum ve aniden ağlamaya başlıyorum.
   Marilyn ağlamayacak mıydı?
   Neden ben ağlıyorum şimdi, onun yerine?
   “Ben herkese her an her şeyi anlatamıyorum. Senin de anlatmaman lazım belki. Hatta bana bile.”
   “Ne diyorsun Marilyn? Sana bile mi?”
   “Evet, bana bile. Hatta kendine bile. Sus. İçine içine sus. Anlıyor musun?”
   Söylediği, ifade etmeye çalıştığı gerçeği düşünüyorum.
   Karşımda kahvesinden bir yudum alıyor. Orta şekerli. En sevdiğinden.
   Konuşmaya başlamak için düşüncelerimi silah zoruyla hizaya diziyorum, ses olma sırasına. Ama konuşmaya başlamadan önce elimdeki fincanın içerisine bir damla gözyaşımın düşmesine engel olamıyorum. Fark etmemiş olmasını diliyor, içine vicdanımın özü katılan kahvemden bir yudum alıyorum. Susuyorum.
   Suskunluğumu bitiremeden o başlıyor konuşmaya: “Çok sıkılıyorum kalabalıktan. Sahici olduklarına inanamıyorum bir türlü, çok çabuk güveniyorum ama yine de içimi kemiren bir fare dönüp duruyor vücudumda. Tenimin altında.”
   Bugün bilerek mi söylüyor bütün bunları?
 Bunca zaman söylemek isteyip de diyemediklerini sese dönüştürmek için benim gözyaşlarımdan herhangi birinin meydana çıkmasını mı bekliyordu?
   Neden böyle yapıyorsun Marilyn?
   “Ben de,” diyorum, ürkütücü bir fısıltıyla.
   Benim fısıltıma karşılık ütülenmiş cümlelerini sunuyor Marilyn.
   Derine sapladığı bıçağı orada döndürmeye başlıyor resmen! Beni daha da çok ağlatmak, inletmek, sızlatmak ve belki de öldürmek için! Görüşüp konuşmadığımız günlerin intikamını almak için hislerimi kendi hisleri gibi paylaşıp acımı azaltmak istiyor ama biliyor ki bu istek aslında benim canımı daha da çok yakacak. Alevlerin durmadığı kulübelerden birinin içine atacak beni.
   Ah Marilyn, sen de mi değiştin?
   “Değişmedim demek isterdim ama hepimiz değişiyoruz, algımız değişiyor. Sakın korkma, bu değişim iletişimimizi kör makaslarla kesmeyecek, aksine, daha da geliştirecek. Güzellik katacak ona.”
   Ve bir kez daha…
   Kimselerin beğenmediği o şiirlerinin dizelerine benzetiyor konuşmasını. Cümlelerini. Eski bir vazoyu ikimizin ortasındaki mesafeyi oluşturan yüzeye atıyor ve parçalanmasını seyrediyor.
   Seyrediyoruz. İkimiz de.
   Birbirimizi kırıyoruz, döküyoruz, ve daha çok seviyoruz.
   “Haklısın,” diyorum. “Haklısın Marilyn, değişmek demek dönüşmek demek. Dönüşmekse geride bıraktığından daha iyi, daha ince, daha yüksek, daha yüce özelliklere, düşüncelere, kalbe, vicdana sahip olmak zorunluluğunu barındırıyor. Emek verilmişse tabii. Yoksa kendini aramaya çıkıp da yollara düşmemiş birinin geride bıraktığı kendinden daha iyi bir yerde olması beklenirse, bu çocukluk olur.”
   Felsefeyi kaçıncı sınıfta bırakmıştım? Dahası Marilyn’in okuduğu o felsefe kitaplarına, romanlara, şiirlere, oyunlara yetişmeye mi çalışıyorum?
   Neden tüm söylenenlerin ardından iç yakan soru işaretleri fırlıyor ortaya?
   Kahvelerimizden birer yudum daha alıyoruz.
   “Nasıl, tadı daha güzel değil mi?” diyor. Göz kırpıyor muzipçe.
   Görmüş!
   Görmüş!
   Oysa saklamaya, fark edilmez kılmaya çalışmıştım.
   Denemiş ama başaramamışım.
   Gözyaşımın düştüğünü görmüş ve söylemek için kahvelerin son yudumlarını beklemiş.
   “Kalabalıktan korkuyor musun?” diyorum.
   “Hayır,” diyor ve gülmeye başlıyor. Kahkahalar savuruyor. “Sadece karşılarında durmak kendimi fazla özel hissettiriyor ve yaralarımı tamir ediyor.”
   Nasıl?
   Nasıl?
   Nasıl bu kadar temiz kalabiliyor?
   Nasıl bu kadar benziyor bir tanrıçaya?
   “Kahve bitti,” diyor.
   “Evet,” diyorum, “bitti.”
  Keşke bitmeseydi. Çünkü biliyorum ki kahvenin bitmesini sohbetin bittiği anlamını doğuruyor. Onun gitmemesi gerektiğine inanıyorum. Yanımda tutak istiyorum. Günlerce, haftalarca, aylarca yanımda dursun, konuşmasa bile gözleriyle kalbimin haritasını okusun istiyorum. Acılarımı temize çeksin. Korumasın beni, hayır, sadece gözleri, burnu, yanakları, dudakları, kaşları, saçları- bütünüyle, eksilmeden, zarar görmeden karşımda dursun. Ben göreyim onu.
   Korkuyla titreyen sesimi konuşturmaya çalışıyorum: “Başka bir şeyler ikram edebilirim? Güzel bir şarkı açabilirim, güzel bir şiir okuyabilirim?”
   “Şiire hayır demezdim ama bir yere yetişmem gerek, zaten yeteri kadar geç kaldım,” diyor.
   Sonra da kalkıp gidiyor. Her şeyin farkında ya da hiçbir şeyin farkında değil.
   Gitmesin istemiştim.
   Her seferinde yaptığı gibi, benim peşinden bakmama neden olacak bir şeyler yapıyor yine. Yeniden. Gidişiyle.
   Özlemişim, diye düşünüyorum.
   Kalbim.
   Kalbim bu sohbeti özlemiş bu kadar kırıklığın ortasında.
   Sohbeti yarım bırakıp, öksüz bırakıp gidişini dahi özlemişim. İhtiyaç hissetmişim.
   Yeniden, en yakın zamanda. Olur mu Marilyn? Konuşuruz kahve eşliğinde. Ya da belki bu sefer şampanya olur? Yalnızlığımızı kutlamak için hem de! Ne dersin?

24 Ağustos 2014 Pazar

Bir Ölümün Düşündürdükleri ya da Kafa Karışıklığı

Tam tamına bir hafta.
   Kocaman günler. Saatler.
  Hiçbir şey yapmama, tek kelime yazmama, tek satır okumama ya da en kısa bir filmi dahi izlememe hissi içindeyim. Duygusu içinde.
   Açık söyleyeyim: Bu yazı başından itibaren sevemedim zaten.
  Bir kolu, bir bacağı dişlenip kullanılamaz hale getirildikten sonra- kolsuz, bacaksız plastik bebekler gibi. Eksik ya da fazlasıyla inanılmaz, o yaşa göre. İnanmak istenilmeyen.
   Bu yaz, aynen böyle, inanmak istemediğim bir mevsim. Bir dönem.
 Bütünüyle kendimi ayırabildiğim haftaların olmadığı bir zaman parçası. Önceden programlanmış, fazlasıyla ağırlaşmış- bir yük!
   Birkaç gün önce bir sınava girdim. Kazanamadığım ilk sınav. Ama mühim değil. Kazanmanın da, kazanamamanın da son derece önemli olduğuna inanırım. İkisinin de gizli başka sebepler barındırdığına.
   Sözünü etmek istediğim şu: Sınav günü bir ölüm haberi aldım.
   Tamamen sınavdan bağımsız.
   Uzundur ya da şöyle diyeyim birkaç senedir ölüm üzerine epey sık düşünüyorum. Herkes gibi, bir anlam yaratmaya çalışıyorum ölümün varlığı üzerine. Ya da son derece sıradan teoriler oluşturuyorum. Ve çoğu zaman, hepsini unutmayı tercih ediyorum.
   Unutmak iyi geliyor çünkü.
   Ölümü de unutmak iyi geliyor.
  Unutmaktan kastım, günlerce süren işkence nöbetleri sonrası sindirmek değil. Bir anda. Kendiliğinden unutma. Zorlamadan. Ruhunu zımparalamadan. Acıtmadan.
  Bir haftadır sadece soluk alıyorum. Öylece ruh gibi dolaşıyorum. Hayır, sınavla ilintisi yok, ondan günler önce başladı bu durum. Sadece, hiçbir şey yapmıyorum. Evet. Birkaç gündür de, çocukluğundan beri evinin hemen karşısındaki evin balkonunda görmeye alıştığın birinin ölümünün ne demek olduğunu düşünüyorum. Bu yaz ne çok ölüm haberi aldığımı. Ölenlerin hiçbirini bu kadar yakından “tanımadığımı”.
   Günler. Saatler. Yıllar.
   Geçiyor bir şekilde.
  Sonunda insana, sevse de sevmese de görmeye alıştığı birinin ölümü kalıyor. Televizyondan gördüğü, karşısında gördüğü. Bir şekilde gözüne değmiş bir resim. Görmediklerin değil de, gördüklerin bir şekilde dokunuyor içine. Ama nihayetinde, sindiriliyor da.
   Şaşırmasam da, görmesem de, bilmesem de- sindiriliyor bir şekilde.
   Düğün ve cenaze. Ne de olsa yan yana.
   Bu yüzden belki de, cenazeleri sevmiyorum.
   Yas tutmuyorum.
   Sabır dilemiyorum.
   İçime atıp, kenara çekiliyorum.
   Herkes bir şekilde iyi dileklerini, taziyelerini sunuyor, varlıklarını ifade ediyor zaten. Bir fazlaya gerek var mı? İnanmıyorum!
   Böyle işte.
   Bir haftanın resmini üç güne çiziyorum.
   Belki de tutarsız cümleler kuruyorum.
   Ama.
  Zaten ölüme ilişkin ne kadar büyük cümle kurarsak kuralım, karşımızda hep daha büyük bir cümle olmuyor mu? Ölümün kurduğu bir tümce.
   Kısası, ölüm bitmiyor.
   En azından.
   Keşke, yaz bitse.

   Belki ölüm de bir şekilde durur, yaz bitince.

25 Temmuz 2014 Cuma

Başrolde Yeşilçam veya Gözlerinden Bellidir Cevriyem

Biyografi okumayı değil de, seyretmeyi daha çok sevdiğim bir tür. Hem nasıl sevdiğim.
   Biyografik romanlar, anlatılar, denemeler, şunlar bunlar her adımımı zorlayan bir metne dönüşür eğer gerçekten iyi yazılmamışsa. Ustalıkla inşa edilmemişse. Ya da kalibresi güzel tutturulmuş son derece ilgi çekici bir kişinin anıları değilse söz konusu olan.
   Başrolde Filiz Akın, daha önce bir yayınevi tarafından yayımlanmış. Pek tabii ve sanırım, benim okumayı pek sevmediğim bir dönemde.(Herkes ilk adımdan bu yana okumayı seviyor değil, bazıları çok sonradan tutkunu oluyor bu “eylemin”.) Neyse ki geçtiğimiz günlerde Altın Bilek Yayınları, yeniden yayımladı da haberim oldu. Haberim oldu demeyelim de, okuma şansım oldu. Hem de genişletilmiş, eklemeler yapılmış hâliyle.
   Yeşilçam filmleriyle büyüdüğümü birçok yerde, birçok kez söylemişimdir. Hatta birçok sahnesini zihnimde yeniden oynatıp durduğumu da söylemişimdir. Söylerim böyle şeyler.
   Başrolde Filiz Akın, bu açıdan çok zamandır uzak kaldığım Yeşilçam’la aramda örülmüş o ağı, danteli, örgüyü anımsattı bana. Hemen şunu itiraf etmeliyim ama: Sevgili Pınar Çekirge gibi bir Filiz Akın hayranı, tutkunu değilim.(Hayranı olunan bir kişiyi paylaşma açısından, yazar için hoş bir durum olabileceğini düşünüyorum bu tutkun olmamanın.) Benim soluğunu takip ettiğim yonca yaprağı Türkan Şoray. Belki biraz da Fatma Girik, ama o çok az. Hülya Koçyiğit ise yalnızca denk geldiğim filmleriyle usumda yer edinen bir kimse.
    Dönelim kitaba.
    Aslında Yeşilçam’a.
  Kitabı, kendimi epey kendime kapattığım bir dönemde, 1-2 günde okudum. Orada burada.
  Pınar Çekirge, anlatıda Filiz Akın’ı nefes üflediği karakterlerle geçişli anlatıyor. Nasıl geçişli? Sinema ekranında görünen bütün o kadınların, belki biraz, Filiz Akın’ın ruhunda yaşamaya devam ettiğini hissettirerek. Bu yüzden Başrolde Filiz Akın, Filiz Akın üstüne kurulu yazılardan oluşan bir biyografik kitap olmaya çalışırken, bir yandan da sinema ekranından geçip giden onca kadının aslında oyuncunun hayatına halen, bir şekilde dâhil olmaya devam ettiğinin da altının fena halde çiziyor.
    Kitap filmler ekseninde ilerliyor.
  Filmler, Filiz Akın’ın hayatına yön veriyor- belki de Filiz Akın’ın o filmlere yön vermesinden de öte!
   Bu pencereden bakıldığında çok daha karmaşık şeyler düşündürdü bana Başrolde Filiz Akın. Bir oyuncunun, sinema insanının hayatında yol alıyordu belki. Bütün o başka hayatların bilgisiyle.
   Her neyse.
   Yeşilçam işte. Kalp kırıklıklarının daha vicdani yaşandığı o büyülü hayatların zaman. Âşık olma halinin en iyi, en temiz, en insanı, en en en anlatıldığı, bir başka yere götüremeyeceğini bile bile içimizden bir yerlerden bir şeyleri kopardığı zamanın güzelliği.
   Böyle bir yazı planlamamıştım aslında. Bütün cümlelerin ve paragrafların biraz eksik kaldığının farkındayım. Ama şunu düşünüyorum bu aşamada: Çoktandır uzak kaldığım ve yetim bıraktığım sevgilim, Yeşilçam, bir kitabın bambaşka boyutunda karşımda çıktı ya, artık bırakmam eskisi gibi. Savurmam bu tutkuyu.
   Hem dedim ya, Yeşilçam, tutkunu olduğum bir kemiğim. Öylece bırakıp gidemeyeceğim. Söküp atamayacağım.
   Ayrıca bir de iz var, takip etmem gereken.
   Neşet Ertaş’ın türküsünden yola çıkarak atmosferi yaratılan o filmi bulmalıyım belki de. Neredesin Sen? olabilir mi adı? Kimdi oradaki kadın? Bambaşka bir hayatı yaşayıp sevdiğinin kendisini sevip sevmediğini öğrenmeye çalışan o kadın? Yoksa Filiz Akın mı?
   Ama ben Türkan Şoray’ı takip etmez miydim?
  En çok da, en çok da kitaptan uyarlama olduğu halde bambaşka bir senaryoya sahip Fosforlu Cevriye değil mi sevdiğim?
   Yoksa kafam da, tıpkı bu yazı gibi bir sürü açık uçlu düşüncenin hâkimiyeti altına mı girdi?
   Ah!
   Bir daha: Ah!
   Gözlerinden bellidir Cevriyem


O en sevdiğim filmin, en sevdiğim sahnelerinden biri.

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Bir Kadının Suç İtirafı

Beni bir Van Gogh tablosunun altında becermek istemesi bardağı taşıran son damla oldu. Van Gogh’a dahi duyduğum saygıyı unuttum bir an ve tabloyu adamın kafasına geçirip ona zarar vermek istedim. Tabloya değil tabii, adama zarar vermek istedim.
İlişkimizde günlerdir bir tutukluk olduğunu hissediyordum zaten.
Günler eskisi gibi akmıyordu.
Yağlanması unutulmuş eski bir kapı gibi gıcırdayıp duruyordu konuşmalarımız.
Konuşmalarımız bir tür çığırtkanlığa dönüşmüştü yani.
Birbirini anlamayan, duymayan, duysa da konuşmayan, konuşsa da anlatmayan onlarca çifte benzemiştik sonunda. Başlangıçta verdiğimiz söze rağmen.
Van Gogh tablosu ise sorunlara son cilayı attı.
Parlattı sorunları.
Ama ben ona demiştim başından, bir fahişenin sevgilisi olmaz, olamaz, olsa olsa dostu olur. O da cebine para doldurmayı ve bedavadan bir kadınla yattığını hesaplarken kıskanmaya vakit bulamaz. Bulsa da hangi birinden kıskanacak?
Bu yüzden daha fazla konuşmak istemiyorum Hâkim Bey.
Evet, öldürdüm onu, hem de vahşice.
Sanırım hayatın sırtıma yüklediği ağırlığın altında kalmaktan kurtulmanın tek yolunu onu, bana ressamların isimlerini tek tek öğreten o resim öğretmenini öldürmek biçiminde kurguladım.
Evet, kurguladım.
Ve o kurgunun altında kaldım efendim.
İlahi kurguya, kendi kurgumla savaş açtım.
Ama olmadı.
Şimdi cezam neyse onu çekmeye razıyım, yeter ki “hayat üstüme binip durmasın”.
Yeter ki nasıl düştüğüm daha fazla sorulmasın.
Çünkü cevap vermekten yoruldum.
Çünkü suçumu kabul ediyorum.
Çünkü ben artık herkesin gözüne bir hiçim.
Hiç'in hiçi.
Ötekinin ötekisi.
Katil bir fahişe.
Fahişe sıfatıyla kabul edilmediğim onlarca insan tarafından yükü iki kat artmış bir biçimde kabul edilmeyi bekleyemem, beklemem.
Kimse katil bir fahişeyi görmek istemez.
İstememeli de zaten.
Bu yüzden tıkın beni hapishaneye.
Orada birisi şişlesin ya da ne bileyim bir şekilde öldürsün beni ve geberip gideyim.
Olur mu Hakim Bey?
Lütfen.
Yalvarıyorum size.
Bunun için yalvarıyorum.
Nasıl da aşağılık bir durumda bulunduğumu görüyor musunuz şimdi?
Ölümümü diliyorum. Hem de en saçma bir yoldan.
Siz de affedin beni.
Ama yine de tıkın içeri.

26 Haziran 2014 Perşembe

Beklemek Başkalaştırır

O, gökyüzünde salınan bir düşünceye dönüşecek sonunda. Belki helyum gazı yüklü bir balona… Belki de karahindibanın adını çağrıştırırcasına bahtsız tohumuna… Ardından unutmaya başlayacaksın. Alışmaya başlayacaksın. En fenası da unutmaya alışmaya başlayacaksın. Ve günün birinde artık salınmayacak gökyüzünde. Gökyüzünü temizlemiş sayacaksın kendini. Unutarak. Alışarak. Ve unutmaya alışarak. Derin bir boşluğa dönüştüreceksin her yönünü, bir başkasının gelip doldurmasını beklemeyi planlayacaksın ahmakça, aslında hiç inanmadığın bu düşün içine çekeceksin kendini yaka paça. Artık eskisi gibi olmayacaksın. Olamayacaksın. Çünkü en çok, birini beklemek başkalaştırır insanı. Vahşi bir duyguya sürükler beklemek. Bu yüzden bekleyenlerin hepsi fena halde yaralıdır anlayana. Görebilene. Belki de yalnızca bekleyene görünür bu yara.

22 Mayıs 2014 Perşembe

Çünkü eleştirinin BİLE bir kalbi vardır

   Size yaş ilerledikçe, alınan yaşlar ve eğitimlerle temizlenememiş bir masal anlatacağım. Bir rüyayı üçe, beşe, on yediye bölerek keyfini kaçıracağım gecenin. Mutsuzluğu kelimelere yaslayacağım.
   Çok yakın bir geçmişte edebiyatın yakınında duran herkesin alabildiğine zarafet, karizmatik düşünceler sahibi, kibar, başkalarının hayatına müdahale ederken onlarca kez düşünen, ince fikir sahibi kimseler olduğunu sanırdım. Bu öyle müthişti ki, bu yüzden tanıdığım herkesi edebiyatın herhangi bir yerinden tutmaya davet ediyordum. Ki halen etmekteyim. Önce kendimi, sonra onları bambaşka hayatları tanımaya, tanıdıkça insanları daha az yargılamaya, daha az yargıladıkça daha insani bir yaşam biçimi oluşturmaya çağırıyordum. Çağırıyorum. Becerebiliyor muyum bilemiyorum ama üstüne kafa yorduğumu, gerçekleştirmeye çalıştığımı söyleyebilirim.
   Neyi ne kadar, nereye kadar ve nasıl yaşadığını bilmediğin birinin yaşamını mercek altına yerleştirmek sanıldığı gibi öyle basit değil zira. Yargılamak da bu yüzden o kadar kolay olmamalı. Ve bence edebiyatın büyük ölçüde yüzey alanı bu yargılama düğümünü çözme merkezine dâhil.
   Bütün edebiyatçıları, edebiyat ilgililerini, akademisyenlerini bu düğüm çözme işine kafayı takmış olarak düşünürdüm. Ne büyük yanılgıya düşmüşüm! Edebiyatla akademik düzeyde ilgilenip, edebiyatın aslında hayatın merkezinde daha zarif yaşama destekçilerinden biri olduğunu unutan, dahası bu unutuşla gözünü kendi hayatından uzaklaştırıp başka hayatların pencerelerine diken, bununla da kalmayıp gördüklerini teşhir etmeyi iş edinen biriyle karşılaştım. Pek tabii eleştirmek bana düşmez- sahiden benim hayatımı yarım yamalak biçimde onlarca kişinin karşısında teşhir eden birini eleştirmek DE mi düşmüyor bana? Bence tam da burada konuşma hakkı doğuyor. Doğmalı. Yoksa bu yazdığım şeyin kirlenmiş bir masala benzemeyeceği aşikâr.
   Devam edeyim: Bence edebiyat Orhun Abidelerinde ne yazdığını bilmekten öte, hayatı bir çiçeğin yanından geçer gibi yaşamak adabını tutturmak anlamına geliyor. Bütün eski dilleri, unutulan bütün dilleri bilmenin edebiyatla bir ilişkisi var evet, ama edebiyat tam olarak bu olmuyor. Edebiyatla ilgilenmek eski yazıtları çözüp, kendi anlarını ve anılarını usta işi beceriler gibi özetleyip başkasınınkini küçük görmekten, zehirli bir dille eleştirmekten çok çok başka nihayetinde.
   Eninde sonunda edebiyat, tadını bilmediğin bir başka yaşantıyı anlamaya çalışmaktan geçiyor. Kavramaya çalışmaktan. Eleştirmekten, küçük odalara kapatıp neşterlemekten, o yaşantıları acınası görüp derin denizlerde boğmaktan geçmiyor. En eski sözcükleri biliyor olmanın ağırlığı altında canını çıkarmaktan da geçmiyor pekâlâ.
   Edebiyat bir başkasının hayalini en adi bir ucube gibi tarif etmekten HİÇ GEÇMİYOR. Kurduğu cümleleri müstehzi bir gülüşle ciddiye almamaktan da geçmiyor. Yolu bu değil çünkü.
  Ve diyeceğim o ki, mümkünse benim düşüncelerimden birini daha kirletilmiş sözcüklerle kurşunlamayın. Yoksa hep üzgün, kırgın ve bir parçası eksik kalacağım. Bir masalım daha güve deliklerinden kaçarken zamanın çarkında zedelenmek zorunda kalacak. Ben bunu istemiyorum. Ben edebiyatın herhangi bir yerinden tutmuş herhangi birinin zarafet sahibi olduğuna inanmayı arzu ediyorum. Bir başkasının havuzuna dalmadan önce o havuzun adabının öğrenilmesini, o havuzun kalbinin haritasına bakılmasını istiyorum ve o havuzun derinine gömülecek cesetlerden korkuyorum. Bunu biraz düşünmeli kanımca. Edebiyatın, bu, başkasının hayatında nereye kadar dolaşabileceğimiz öğüdüne kafa yormalı. Yoksa, dediğim gibi, bir parçam hep eksik kalacak. Tıpkı sizin de eksik kalacağı gibi.
   Kalp, çünkü, bu kadar hırpalanmaya alışık olmadı HİÇBİR ZAMAN. Ne benim KALBİM ne de sizin KALBİNİZ alışık değil buna, alışık olmamalı. Aksi takdirde nasıl akar yaşam bir çiçeğin yanından geçer gibi? Zaman nasıl geçer birini en yakışıksız bir biçimde eleştirirken kendine gelecek eleştirilerden korkarak? Çünkü eleştirinin BİLE bir kalbi vardır, tıpkı enginarın olduğu gibi. Belki de Amelie bu yüzden hep haklıdır. Bu yüzden ÇOK kibardır. Zariftir. Edebiyata kafa yormuştur belki de.

4 Mayıs 2014 Pazar

Hoffman’ın Yeni Sesi


   Bir köşe başından geldi Ölüm.
   Okunmamış, yarısı okunmuş, okunmuş ve kabul edilmiş senaryoların arasından çıkıp geldi Ölüm.
   Bir bedenin içerisinde sıfırdan yaratılmış insanlarla, o insanların birbiri ile çekişmesiyle, hiç kimse’den dünyanın tanıdığı biri’ne dönüşen Hoffman’ı almaya geldi Ölüm.
   Can yakarak geldi. Ölüm belirsiz bir saatte, kolda takılı kalan bir şırınganın içerisinden akan yüksek dozda uyuşturucuya sarınarak gelip buldu Philip Seymour Hoffman’ı.
   Bir değil, birçok kişiliğe bürünüp bambaşka sularda yüzdü Hoffman. Ölüm belki de en çok buna sinirlendi ve yüksek dozda uyuşturucuyu değil de kıskançlığı sebep gösterdi de çekip aldı onu. Tuttu kolundan götürdü bilinmeyen yerlere.
 Soluğun kesildiği yerden kendini gösterdi Ölüm, tedavilerle bırakılan bir bağımlılığın tezahürü ile çıkageldi. Ansızın geldi.
   Burada kalmamalısın artık, diyerek çekip aldı Hoffman’ı, Burada kendini tamamladın.
   Oysa altında imzası kurumamış sözleşmeleri, ete kemiğe büründüreceği insanları vardı ruhunda çağırılmayı bekleyen. Kılığına girip yeniden hayata döndüreceği Capote’leri vardı, zamanın bir yerinde. Kıyısından döneceği Oscar’ları, dudağından çıktıktan sonra peşinden bakakalacağı daha çok sözleri vardı.
   Ölüm izin vermedi.
   Ruhundan sürükleyerek götürdü onu Ölüm.
 Soluğunu kesti. Yaşamı boyunca hayat verdiği bütün karakterlere, Hoffman’ın parçalara ayırdığı ruhunu dağıtarak aldı gitti onu.
    Ölüm.
   Hoffman, geriye filmlerini bırakarak gitti. Belki bazı fotoğraflarını… Bir de acı bir gecenin ardından koluna asılı kalan şahidi şırıngayı. Aşırı dozların söküp aldığı ilmekler gibi sessizliğe dönüştürdü onu Ölüm. Ardında filmlere ve bambaşka insanlara dağılmış sesini bırakarak sessizleştirdi onu.
 Hoffman’ın sesini kısmaya çalışıp başaramadı Ölüm. Sessizliğine yeni çığlıklar, kahkahalar, iniltiler, ağlamalar yükleyip yeni bir ses yarattı.
   Görüntüleri kaldı Hoffman’ın. Ve elbette yeni sesi…
   İyi ki de kaldı.
 Yeniden yeniden seyredilen birbirine yalnızca gözleri benzeyen erkekler bıraktı geriye.
   Bir de hiç susmayan sessizliğini bıraktı.
  Şimdi kim Ölüm’ün kazandığını iddia edebilir geriye kalan bunca anıya rağmen?
   Ama yine de, bir köşe başından geldi Ölüm.

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Doğunun Nefesi'ne Mektup

Sevgili Maryam,

   Birazdan yazacaklarım belki canını sıkacak. Onca zaman neden yazmadığımı, seni önemseyip önemsemediğimi, kalbimin hangi yöne gitmeyi arzu ettiğini soracaksın. Haklısın. Yazmalıydım sana. Hiç kimseye yazmasam bile, sana yazmalıydım. Tek sözcük olsa bile. Anılarımız hatırına yazmalıydım. Ama yazamadım.
   Sana içimin haritasından söz etmeyeli o kadar zaman oldu ki, nereden başlamamın doğru olacağını bir türlü kestiremiyorum. Hangi zamandan başlasam eksik kalacağım için, parçalı bulutlu anlatacağım kendimi sana. Şimdiden affet beni.
   Birkaç gündür kendi ölümümü planlıyorum. Sayısız intihar metodu düşünüp hiçbirinin bana yakışmayacağını, ünlü bir film yıldızının ününe yaraşır bir biçimde ölmezse filmlerinin hatırlanmayacağını düşünüp dertleniyorum. Sürekli düşünüyorum. Oysa ünlü bir film yıldızı değilim ben, önce bunu kabullenmeliyim.
   Feleğin çemberini ateşe verip ilkin kırbaç zoruyla, sonra tarifsiz bir tutkuyla kendi isteğiyle onun içinden kerelerce geçmiş biri olarak yazıyorum bunları. İçinden geçtiği hiçbir filmi başarıya ulaştıramamış, hatırlanırsa ancak ölümünden sonra hatırlanabilecek bir film yıldızı olarak yazıyorum. Başarısız bir film figüranı belki… Ama yine de yıldız demeyi tercih edeceğim izninle. En azından kendi mektubumda kendimi başarıya ulaşmış olarak görmeyi, göstermeyi arzu ediyorum. Bağışla beni.
   Fark etmişsindir, sonda söylemem gerekenleri başta söylüyorum her zamanki gibi. En olmadık tümceyi en olmadık zamanda kuruyorum. Bütün zamanlarımda olduğu gibi.
   Yaşam artık o kadar canımı sıkıyor, o kadar ağır geliyor ki Maryam. Seninle ilk tanıştığımız zamanların o kalbi genişleten heyecanını bir türlü tutturamıyorum. İlk sinema filmimde bana o kadar yardımcı olmuştun ki, hatırlıyor musun? Birbirinin kuyusunu kazıp onları oraya gömen yüzlerce insana rağmen bana yardımcı olmuş, bir rakip gibi görmemiş, rotamı çizmemde yardımcı olmuştun. İstediğin ritmi tutturup başarılı olamasam da birkaç filmde oynamıştım sayende. Her neyse…
   Görüşmeden geçen zamana karşı şimdi neden sana, sadece sana yazıyorum bilmiyorum. İçimde tarifi çok zor bir yöneliş var. Anlamsız da olsa sana yazma, anlamsızlığımı seninle paylaşma, kafiyemi seninle tutturma arzusu var. Belki de görüşmediğimiz için böyledir bu, kim bilir. Aradan geçen sürede görüşmüş olsak senin de sıradan birine dönüştüğünü görüp daha da yalnızlaşacaktım, kim bilir. Hayır, böyle şeyler yalnızca filmlerde olmaz canımın içi. Böyle şeyler tam da hayatın merkezinde olur. Günün birinde kafiye kırılır ve insan bir balonun içerisinde oturmakta olduğunu düşünmeye başlar. O balonun havasının boşalmaya başladığını hissettiğinde de ölme düşüncesini şekillendirir kafasında. Ben o durumdayım şimdi işte. Başarısız filmlerimin, başarısız evliliklerimin, başarısız ilişkilerimin üstüne çektiğim çarşafı kaldırıp acı çekmek istiyorum. Acılarımı tazelemek istiyorum. Mutsuzluklarımı hatırlamak. Sence başarabilir miyim bunu kendime zarar vermeden?
   Çok zor.
   Bu yüzden mi yazıyorum sana? Kendime zarar vermeden ortadan kaybolabilmek için mi? Öyle mi dersin?
   Beni yarıda bırakılmış anlamsız bir mektupla, makaslanmış bir tümceyle hatırlamanı isterim. Her zaman bu yarımlığımdan şikâyet etmez miydin? Ayrıca batının bütün kadınları, doğunun yıpranmış kadınlarının karşısında tersine bir etkiyle çokça eksik kalmaz mı?
   Maryam, doğunun nefesi, sen fazlasıyla