20 Şubat 2016 Cumartesi

"İyi Olmadığımı Biliyorsun," demişti Amy Winehouse.


Amy belgeselini seyrettim geçen gün. Peş peşe birkaç film ya da birkaç bölüm daha diziyi seyretmeyi planladığım bir gündü, Amy dışında hiçbir şeyi seyredemedim. Okuyamadım da. Çıkrığın birinden derin bir kuyuya sarkıtılan kovalardan birinin içindeymişim gibi bir tuhaf oldu içim. Sallandı durdu. Dergide yazarken, dergide tam sayfa kurgu metinler aracılığıyla ölülerle “konuşurken”, Amy Winehouse da konuştuklarımdan biriydi. Güçlü olsun, sesinden güç bulduğu biçimde ölümüyle de gücünü korusun diye kurduğu bütün cümlelerde güçlü göstermiştim onu. İncinmiş ama yine de güçlü. Yaşamdan kopmayı istemeyen. Yaşamı bir biçimde, başından ne geçerse geçsin ya da ne olursa olsun, seven. Oysa belgesel, Amy’nin öğrenmeyi istemeyeceğim sırlarını açık etti. Bütün gücünü sesi ve şarkılarından alan bir genç kadının ölüme doludizgin koştuğunu gösterdi. Henüz ünlenmemişken onu terk eden bir adamın, ünün peşine takılıp geri geldiğinde bir kadını nasıl paramparça ettiğini gösterdi. Bütün o uyuşturucuların gölgesini genç kadının hayatını kendine kancalamakta nasıl da başarıyla kullandığını gösterdi o genç adamın. Kırılganlığın, her koşulda kaldığını ve belki de katlanarak arttığını hissettirdi. Bir yandan da, belgeseli seyrederken, Amy’nin burun deliklerini yıkarcasına yakarak geçen kokainin varlığından ürpertici bir biçimde gözlerimin önüne getirdi. Bütün o hapların, extacy’nin çeşitlerinin, isimlerindeki sevimliliğin arkasına saklanıp bedene girdikten sonra patlayan Twitter’ların, Facebook’ların, lalelerin, Instagram’ların, Sünger Bob’ların gözümün önünden garip bir birliktelikle geçmesine neden oldu. Kristalin beyaz mı yoksa mavi mi oluşu nedeniyle kavga ettiklerini gördüm bir an için belki. Koluna saplanan iğnenin içinden damarına karışan eroinin ilk serinliğinden gelen ürperticiliğin numaralarına şahit etti. Ya alkol, ya ot? Amy, bir belgesel olarak, Amy Winehouse’un zihnimdeki imajını paramparça ederek, onun yerine kanatları sandığımdan da fazla hasar almış bir genç kadın bıraktı. Etkisinden sıyırılıp kendime dönemediğim o sürede şunu da düşündüm: Hayatını şarkılarına akıtmış biri olarak Amy, yaşayıp “tükettiği” hayatının herhangi bir dönemini, anını, saniyesini yaşamamış olsa da bu şarkılar ortaya çıkar mıydı? Şarkılardaki ruhun çıplaklığından söz etmiyorum. Bahsini ettiğim şey: Şarkılarıyla hayatının otopsisini henüz hayattayken, ölmemişken yaparken anestezi mi uyguluyordu kendisine acıyı azaltmak için? Hayatının travmalarını besteye, güfteye dönüştürüp ortaya çıkarırken şarkıların herhangi bir sahicilik ağına takılmamasından ötürü gelebilecek sorulardan mı kaçtı? Sunileşmeyen, yapaylaşmayan Amy, ne yaşarsa yaşasın gerçek olduğu ve bunu milyonlarca kişiye söylemekten sakınmadığı için mi öldü? Sorular da garipleşmeye başlıyor nereye gittiği, uzandığı bilinmeyen badalda birkaç basamak çıkıldığında. Amy belgeselini seyrettim geçen gün. Yıktı geçti beni.