15 Ekim 2014 Çarşamba

MM: Uzun Aradan Sonra Yeni Konuşmalar

“Kahvenin yanında çikolata alır mıydın?”
   “Hayır, diyetteyim,” diyor.
  O kadar zamandır görüşmüyoruz ki, neyi sevip neyi sevmediğini dahi adamakıllı hatırlayamıyorum. Belleğimde birbirinin yanına yakışmayan garip tümceler. Belki bu tümceleri birleştirmek için arıyorum Marilyn’i, o yüzden özlüyorum. Belki de kırık kalbini biraz da ben kırmak için istiyorum onu yanımda. Çünkü konuştuğumuz her seferde de ağlıyor. Ya içine içine ya da bütünüyle dışarı akıtarak gözyaşlarını. İkisinin arasında çok fark var onun için. O, ikisini birbirinden öyle ince bir bağla ayırıyor ki, her göz göremiyor farkı.
   Karşımda, tekli koltukta oturuyor. Bense bütünüyle rahatlığı kucaklayarak köşe kanepenin köşesindeki o uzun, o uzanmak için birebir kısımda sere serpe yatmaya çalışıyorum. Sığamıyorum. Sığdıramıyorum kendimi. Oraya bile.
  “Neden bunca zamandır konuşmadık Marilyn? Aramızda bir kırgınlık var gibi hissediyorum. Olmasın. Herkesle olsun ama bir tek seninle olmasın. Ben içimin en derinini bir tek sana açabiliyorum çünkü. Ruhumu çıkarıp ortaya koyabiliyorum senin yanında, ruhumun karşısında senin ellerine büyüteç tutuşturuyorum,” diyorum ve aniden ağlamaya başlıyorum.
   Marilyn ağlamayacak mıydı?
   Neden ben ağlıyorum şimdi, onun yerine?
   “Ben herkese her an her şeyi anlatamıyorum. Senin de anlatmaman lazım belki. Hatta bana bile.”
   “Ne diyorsun Marilyn? Sana bile mi?”
   “Evet, bana bile. Hatta kendine bile. Sus. İçine içine sus. Anlıyor musun?”
   Söylediği, ifade etmeye çalıştığı gerçeği düşünüyorum.
   Karşımda kahvesinden bir yudum alıyor. Orta şekerli. En sevdiğinden.
   Konuşmaya başlamak için düşüncelerimi silah zoruyla hizaya diziyorum, ses olma sırasına. Ama konuşmaya başlamadan önce elimdeki fincanın içerisine bir damla gözyaşımın düşmesine engel olamıyorum. Fark etmemiş olmasını diliyor, içine vicdanımın özü katılan kahvemden bir yudum alıyorum. Susuyorum.
   Suskunluğumu bitiremeden o başlıyor konuşmaya: “Çok sıkılıyorum kalabalıktan. Sahici olduklarına inanamıyorum bir türlü, çok çabuk güveniyorum ama yine de içimi kemiren bir fare dönüp duruyor vücudumda. Tenimin altında.”
   Bugün bilerek mi söylüyor bütün bunları?
 Bunca zaman söylemek isteyip de diyemediklerini sese dönüştürmek için benim gözyaşlarımdan herhangi birinin meydana çıkmasını mı bekliyordu?
   Neden böyle yapıyorsun Marilyn?
   “Ben de,” diyorum, ürkütücü bir fısıltıyla.
   Benim fısıltıma karşılık ütülenmiş cümlelerini sunuyor Marilyn.
   Derine sapladığı bıçağı orada döndürmeye başlıyor resmen! Beni daha da çok ağlatmak, inletmek, sızlatmak ve belki de öldürmek için! Görüşüp konuşmadığımız günlerin intikamını almak için hislerimi kendi hisleri gibi paylaşıp acımı azaltmak istiyor ama biliyor ki bu istek aslında benim canımı daha da çok yakacak. Alevlerin durmadığı kulübelerden birinin içine atacak beni.
   Ah Marilyn, sen de mi değiştin?
   “Değişmedim demek isterdim ama hepimiz değişiyoruz, algımız değişiyor. Sakın korkma, bu değişim iletişimimizi kör makaslarla kesmeyecek, aksine, daha da geliştirecek. Güzellik katacak ona.”
   Ve bir kez daha…
   Kimselerin beğenmediği o şiirlerinin dizelerine benzetiyor konuşmasını. Cümlelerini. Eski bir vazoyu ikimizin ortasındaki mesafeyi oluşturan yüzeye atıyor ve parçalanmasını seyrediyor.
   Seyrediyoruz. İkimiz de.
   Birbirimizi kırıyoruz, döküyoruz, ve daha çok seviyoruz.
   “Haklısın,” diyorum. “Haklısın Marilyn, değişmek demek dönüşmek demek. Dönüşmekse geride bıraktığından daha iyi, daha ince, daha yüksek, daha yüce özelliklere, düşüncelere, kalbe, vicdana sahip olmak zorunluluğunu barındırıyor. Emek verilmişse tabii. Yoksa kendini aramaya çıkıp da yollara düşmemiş birinin geride bıraktığı kendinden daha iyi bir yerde olması beklenirse, bu çocukluk olur.”
   Felsefeyi kaçıncı sınıfta bırakmıştım? Dahası Marilyn’in okuduğu o felsefe kitaplarına, romanlara, şiirlere, oyunlara yetişmeye mi çalışıyorum?
   Neden tüm söylenenlerin ardından iç yakan soru işaretleri fırlıyor ortaya?
   Kahvelerimizden birer yudum daha alıyoruz.
   “Nasıl, tadı daha güzel değil mi?” diyor. Göz kırpıyor muzipçe.
   Görmüş!
   Görmüş!
   Oysa saklamaya, fark edilmez kılmaya çalışmıştım.
   Denemiş ama başaramamışım.
   Gözyaşımın düştüğünü görmüş ve söylemek için kahvelerin son yudumlarını beklemiş.
   “Kalabalıktan korkuyor musun?” diyorum.
   “Hayır,” diyor ve gülmeye başlıyor. Kahkahalar savuruyor. “Sadece karşılarında durmak kendimi fazla özel hissettiriyor ve yaralarımı tamir ediyor.”
   Nasıl?
   Nasıl?
   Nasıl bu kadar temiz kalabiliyor?
   Nasıl bu kadar benziyor bir tanrıçaya?
   “Kahve bitti,” diyor.
   “Evet,” diyorum, “bitti.”
  Keşke bitmeseydi. Çünkü biliyorum ki kahvenin bitmesini sohbetin bittiği anlamını doğuruyor. Onun gitmemesi gerektiğine inanıyorum. Yanımda tutak istiyorum. Günlerce, haftalarca, aylarca yanımda dursun, konuşmasa bile gözleriyle kalbimin haritasını okusun istiyorum. Acılarımı temize çeksin. Korumasın beni, hayır, sadece gözleri, burnu, yanakları, dudakları, kaşları, saçları- bütünüyle, eksilmeden, zarar görmeden karşımda dursun. Ben göreyim onu.
   Korkuyla titreyen sesimi konuşturmaya çalışıyorum: “Başka bir şeyler ikram edebilirim? Güzel bir şarkı açabilirim, güzel bir şiir okuyabilirim?”
   “Şiire hayır demezdim ama bir yere yetişmem gerek, zaten yeteri kadar geç kaldım,” diyor.
   Sonra da kalkıp gidiyor. Her şeyin farkında ya da hiçbir şeyin farkında değil.
   Gitmesin istemiştim.
   Her seferinde yaptığı gibi, benim peşinden bakmama neden olacak bir şeyler yapıyor yine. Yeniden. Gidişiyle.
   Özlemişim, diye düşünüyorum.
   Kalbim.
   Kalbim bu sohbeti özlemiş bu kadar kırıklığın ortasında.
   Sohbeti yarım bırakıp, öksüz bırakıp gidişini dahi özlemişim. İhtiyaç hissetmişim.
   Yeniden, en yakın zamanda. Olur mu Marilyn? Konuşuruz kahve eşliğinde. Ya da belki bu sefer şampanya olur? Yalnızlığımızı kutlamak için hem de! Ne dersin?