22 Mayıs 2014 Perşembe

Çünkü eleştirinin BİLE bir kalbi vardır

   Size yaş ilerledikçe, alınan yaşlar ve eğitimlerle temizlenememiş bir masal anlatacağım. Bir rüyayı üçe, beşe, on yediye bölerek keyfini kaçıracağım gecenin. Mutsuzluğu kelimelere yaslayacağım.
   Çok yakın bir geçmişte edebiyatın yakınında duran herkesin alabildiğine zarafet, karizmatik düşünceler sahibi, kibar, başkalarının hayatına müdahale ederken onlarca kez düşünen, ince fikir sahibi kimseler olduğunu sanırdım. Bu öyle müthişti ki, bu yüzden tanıdığım herkesi edebiyatın herhangi bir yerinden tutmaya davet ediyordum. Ki halen etmekteyim. Önce kendimi, sonra onları bambaşka hayatları tanımaya, tanıdıkça insanları daha az yargılamaya, daha az yargıladıkça daha insani bir yaşam biçimi oluşturmaya çağırıyordum. Çağırıyorum. Becerebiliyor muyum bilemiyorum ama üstüne kafa yorduğumu, gerçekleştirmeye çalıştığımı söyleyebilirim.
   Neyi ne kadar, nereye kadar ve nasıl yaşadığını bilmediğin birinin yaşamını mercek altına yerleştirmek sanıldığı gibi öyle basit değil zira. Yargılamak da bu yüzden o kadar kolay olmamalı. Ve bence edebiyatın büyük ölçüde yüzey alanı bu yargılama düğümünü çözme merkezine dâhil.
   Bütün edebiyatçıları, edebiyat ilgililerini, akademisyenlerini bu düğüm çözme işine kafayı takmış olarak düşünürdüm. Ne büyük yanılgıya düşmüşüm! Edebiyatla akademik düzeyde ilgilenip, edebiyatın aslında hayatın merkezinde daha zarif yaşama destekçilerinden biri olduğunu unutan, dahası bu unutuşla gözünü kendi hayatından uzaklaştırıp başka hayatların pencerelerine diken, bununla da kalmayıp gördüklerini teşhir etmeyi iş edinen biriyle karşılaştım. Pek tabii eleştirmek bana düşmez- sahiden benim hayatımı yarım yamalak biçimde onlarca kişinin karşısında teşhir eden birini eleştirmek DE mi düşmüyor bana? Bence tam da burada konuşma hakkı doğuyor. Doğmalı. Yoksa bu yazdığım şeyin kirlenmiş bir masala benzemeyeceği aşikâr.
   Devam edeyim: Bence edebiyat Orhun Abidelerinde ne yazdığını bilmekten öte, hayatı bir çiçeğin yanından geçer gibi yaşamak adabını tutturmak anlamına geliyor. Bütün eski dilleri, unutulan bütün dilleri bilmenin edebiyatla bir ilişkisi var evet, ama edebiyat tam olarak bu olmuyor. Edebiyatla ilgilenmek eski yazıtları çözüp, kendi anlarını ve anılarını usta işi beceriler gibi özetleyip başkasınınkini küçük görmekten, zehirli bir dille eleştirmekten çok çok başka nihayetinde.
   Eninde sonunda edebiyat, tadını bilmediğin bir başka yaşantıyı anlamaya çalışmaktan geçiyor. Kavramaya çalışmaktan. Eleştirmekten, küçük odalara kapatıp neşterlemekten, o yaşantıları acınası görüp derin denizlerde boğmaktan geçmiyor. En eski sözcükleri biliyor olmanın ağırlığı altında canını çıkarmaktan da geçmiyor pekâlâ.
   Edebiyat bir başkasının hayalini en adi bir ucube gibi tarif etmekten HİÇ GEÇMİYOR. Kurduğu cümleleri müstehzi bir gülüşle ciddiye almamaktan da geçmiyor. Yolu bu değil çünkü.
  Ve diyeceğim o ki, mümkünse benim düşüncelerimden birini daha kirletilmiş sözcüklerle kurşunlamayın. Yoksa hep üzgün, kırgın ve bir parçası eksik kalacağım. Bir masalım daha güve deliklerinden kaçarken zamanın çarkında zedelenmek zorunda kalacak. Ben bunu istemiyorum. Ben edebiyatın herhangi bir yerinden tutmuş herhangi birinin zarafet sahibi olduğuna inanmayı arzu ediyorum. Bir başkasının havuzuna dalmadan önce o havuzun adabının öğrenilmesini, o havuzun kalbinin haritasına bakılmasını istiyorum ve o havuzun derinine gömülecek cesetlerden korkuyorum. Bunu biraz düşünmeli kanımca. Edebiyatın, bu, başkasının hayatında nereye kadar dolaşabileceğimiz öğüdüne kafa yormalı. Yoksa, dediğim gibi, bir parçam hep eksik kalacak. Tıpkı sizin de eksik kalacağı gibi.
   Kalp, çünkü, bu kadar hırpalanmaya alışık olmadı HİÇBİR ZAMAN. Ne benim KALBİM ne de sizin KALBİNİZ alışık değil buna, alışık olmamalı. Aksi takdirde nasıl akar yaşam bir çiçeğin yanından geçer gibi? Zaman nasıl geçer birini en yakışıksız bir biçimde eleştirirken kendine gelecek eleştirilerden korkarak? Çünkü eleştirinin BİLE bir kalbi vardır, tıpkı enginarın olduğu gibi. Belki de Amelie bu yüzden hep haklıdır. Bu yüzden ÇOK kibardır. Zariftir. Edebiyata kafa yormuştur belki de.

4 Mayıs 2014 Pazar

Hoffman’ın Yeni Sesi


   Bir köşe başından geldi Ölüm.
   Okunmamış, yarısı okunmuş, okunmuş ve kabul edilmiş senaryoların arasından çıkıp geldi Ölüm.
   Bir bedenin içerisinde sıfırdan yaratılmış insanlarla, o insanların birbiri ile çekişmesiyle, hiç kimse’den dünyanın tanıdığı biri’ne dönüşen Hoffman’ı almaya geldi Ölüm.
   Can yakarak geldi. Ölüm belirsiz bir saatte, kolda takılı kalan bir şırınganın içerisinden akan yüksek dozda uyuşturucuya sarınarak gelip buldu Philip Seymour Hoffman’ı.
   Bir değil, birçok kişiliğe bürünüp bambaşka sularda yüzdü Hoffman. Ölüm belki de en çok buna sinirlendi ve yüksek dozda uyuşturucuyu değil de kıskançlığı sebep gösterdi de çekip aldı onu. Tuttu kolundan götürdü bilinmeyen yerlere.
 Soluğun kesildiği yerden kendini gösterdi Ölüm, tedavilerle bırakılan bir bağımlılığın tezahürü ile çıkageldi. Ansızın geldi.
   Burada kalmamalısın artık, diyerek çekip aldı Hoffman’ı, Burada kendini tamamladın.
   Oysa altında imzası kurumamış sözleşmeleri, ete kemiğe büründüreceği insanları vardı ruhunda çağırılmayı bekleyen. Kılığına girip yeniden hayata döndüreceği Capote’leri vardı, zamanın bir yerinde. Kıyısından döneceği Oscar’ları, dudağından çıktıktan sonra peşinden bakakalacağı daha çok sözleri vardı.
   Ölüm izin vermedi.
   Ruhundan sürükleyerek götürdü onu Ölüm.
 Soluğunu kesti. Yaşamı boyunca hayat verdiği bütün karakterlere, Hoffman’ın parçalara ayırdığı ruhunu dağıtarak aldı gitti onu.
    Ölüm.
   Hoffman, geriye filmlerini bırakarak gitti. Belki bazı fotoğraflarını… Bir de acı bir gecenin ardından koluna asılı kalan şahidi şırıngayı. Aşırı dozların söküp aldığı ilmekler gibi sessizliğe dönüştürdü onu Ölüm. Ardında filmlere ve bambaşka insanlara dağılmış sesini bırakarak sessizleştirdi onu.
 Hoffman’ın sesini kısmaya çalışıp başaramadı Ölüm. Sessizliğine yeni çığlıklar, kahkahalar, iniltiler, ağlamalar yükleyip yeni bir ses yarattı.
   Görüntüleri kaldı Hoffman’ın. Ve elbette yeni sesi…
   İyi ki de kaldı.
 Yeniden yeniden seyredilen birbirine yalnızca gözleri benzeyen erkekler bıraktı geriye.
   Bir de hiç susmayan sessizliğini bıraktı.
  Şimdi kim Ölüm’ün kazandığını iddia edebilir geriye kalan bunca anıya rağmen?
   Ama yine de, bir köşe başından geldi Ölüm.

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Doğunun Nefesi'ne Mektup

Sevgili Maryam,

   Birazdan yazacaklarım belki canını sıkacak. Onca zaman neden yazmadığımı, seni önemseyip önemsemediğimi, kalbimin hangi yöne gitmeyi arzu ettiğini soracaksın. Haklısın. Yazmalıydım sana. Hiç kimseye yazmasam bile, sana yazmalıydım. Tek sözcük olsa bile. Anılarımız hatırına yazmalıydım. Ama yazamadım.
   Sana içimin haritasından söz etmeyeli o kadar zaman oldu ki, nereden başlamamın doğru olacağını bir türlü kestiremiyorum. Hangi zamandan başlasam eksik kalacağım için, parçalı bulutlu anlatacağım kendimi sana. Şimdiden affet beni.
   Birkaç gündür kendi ölümümü planlıyorum. Sayısız intihar metodu düşünüp hiçbirinin bana yakışmayacağını, ünlü bir film yıldızının ününe yaraşır bir biçimde ölmezse filmlerinin hatırlanmayacağını düşünüp dertleniyorum. Sürekli düşünüyorum. Oysa ünlü bir film yıldızı değilim ben, önce bunu kabullenmeliyim.
   Feleğin çemberini ateşe verip ilkin kırbaç zoruyla, sonra tarifsiz bir tutkuyla kendi isteğiyle onun içinden kerelerce geçmiş biri olarak yazıyorum bunları. İçinden geçtiği hiçbir filmi başarıya ulaştıramamış, hatırlanırsa ancak ölümünden sonra hatırlanabilecek bir film yıldızı olarak yazıyorum. Başarısız bir film figüranı belki… Ama yine de yıldız demeyi tercih edeceğim izninle. En azından kendi mektubumda kendimi başarıya ulaşmış olarak görmeyi, göstermeyi arzu ediyorum. Bağışla beni.
   Fark etmişsindir, sonda söylemem gerekenleri başta söylüyorum her zamanki gibi. En olmadık tümceyi en olmadık zamanda kuruyorum. Bütün zamanlarımda olduğu gibi.
   Yaşam artık o kadar canımı sıkıyor, o kadar ağır geliyor ki Maryam. Seninle ilk tanıştığımız zamanların o kalbi genişleten heyecanını bir türlü tutturamıyorum. İlk sinema filmimde bana o kadar yardımcı olmuştun ki, hatırlıyor musun? Birbirinin kuyusunu kazıp onları oraya gömen yüzlerce insana rağmen bana yardımcı olmuş, bir rakip gibi görmemiş, rotamı çizmemde yardımcı olmuştun. İstediğin ritmi tutturup başarılı olamasam da birkaç filmde oynamıştım sayende. Her neyse…
   Görüşmeden geçen zamana karşı şimdi neden sana, sadece sana yazıyorum bilmiyorum. İçimde tarifi çok zor bir yöneliş var. Anlamsız da olsa sana yazma, anlamsızlığımı seninle paylaşma, kafiyemi seninle tutturma arzusu var. Belki de görüşmediğimiz için böyledir bu, kim bilir. Aradan geçen sürede görüşmüş olsak senin de sıradan birine dönüştüğünü görüp daha da yalnızlaşacaktım, kim bilir. Hayır, böyle şeyler yalnızca filmlerde olmaz canımın içi. Böyle şeyler tam da hayatın merkezinde olur. Günün birinde kafiye kırılır ve insan bir balonun içerisinde oturmakta olduğunu düşünmeye başlar. O balonun havasının boşalmaya başladığını hissettiğinde de ölme düşüncesini şekillendirir kafasında. Ben o durumdayım şimdi işte. Başarısız filmlerimin, başarısız evliliklerimin, başarısız ilişkilerimin üstüne çektiğim çarşafı kaldırıp acı çekmek istiyorum. Acılarımı tazelemek istiyorum. Mutsuzluklarımı hatırlamak. Sence başarabilir miyim bunu kendime zarar vermeden?
   Çok zor.
   Bu yüzden mi yazıyorum sana? Kendime zarar vermeden ortadan kaybolabilmek için mi? Öyle mi dersin?
   Beni yarıda bırakılmış anlamsız bir mektupla, makaslanmış bir tümceyle hatırlamanı isterim. Her zaman bu yarımlığımdan şikâyet etmez miydin? Ayrıca batının bütün kadınları, doğunun yıpranmış kadınlarının karşısında tersine bir etkiyle çokça eksik kalmaz mı?
   Maryam, doğunun nefesi, sen fazlasıyla