Ofiste
oturmuş, bilgisayarda bir şeyleri karıştırıyorken birden telefon çaldı. Hemen
açtık telefonu, tuhaftır ki telefondan beni istiyorlardı. Hemen aldım elime.
“Oğuz Bey,
üzgünüz ki Bir Ömür Yetmez filminden gelemiyoruz. Birisi bizi buraya hapsetmiş
olmalı, çıkamıyoruz bir türlü,” dedi telefondaki ses.
Sesi hemen
tanımıştım. Bu, filmdeki bağımlı kızdı. Ot, eroin, kokain, sigara, türlü kötü
alışkanlığa sahipti. Bir türlü bırakamamıştı. Film boyunca üzülmüştüm ona.
“Nasıl olabilir
ki böyle bir şey, geçen gün konuştuğumuzda gelebileceğinizi söylemiştiniz?”
diyorum.
“Çok denedik,
bir türlü çıkamıyoruz. Önce sadece benim çıkamadığımızı düşündük, fakat sonra
herkes denedi ve hiçbirimiz çıkamadık.”
“O zaman ne
yapabilirim ki, sizinle daha sonra konuşuruz köşemde. Dikkat edin kendinize,
çok selamlar.”
Bir anda
telaşlanıyorum. Bir Ömür Yetmez’dekiler gelemiyorsa, ben kiminle konuşacağım bu
ay köşemde? Bir telaş alıyor beni. Ofistekilerin şaşkın bakışları arasında
kozmik telefonu bir o kulağıma, bir bu kulağıma dayayarak numarasını bildiğim
herkesi sıradan aramaya başlıyorum. İlk aradığım numara Elizabeth Taylor’ın
telefon numarası, menekşe gözlü şahane kadın. Açmıyor telefonu. İşi var
sanırım. İkinci aradığım numara da Audrey Hepburn, neyse ki o açıyor telefonu.
Kısacık da olsa köşemde konuşabilsem keşke onunla...
“Merhaba, ben
Oğuzcan Çağan. Audrey Hepburn ile mi görüşüyorum acaba?”
Çocuksu
sesiyle cevap veriyor hemen, “Evet, buyurun benim. Niçin aramıştınız?”
“Köşemde
sizinle röportaj yapmak istiyorum müsaitseniz. Yarım saat sürmez, gelebilir
misiniz? Yoksa ben buradan bir araba yollatayım mı?”
“Tamam, uzun
sürmeyecekse geliyorum. Çünkü çekimlere yetişmem gerekiyor. Tiffany’de
Kahvaltı’yı çekiyoruz. Pencereden yangın merdivenine geçip şarkı söylediğim
sahneyi çekeceğiz bugün.”
“O halde
bekliyorum sizi,” diyorum hemen. Audrey Hepburn’ün tüm zarafet ve nezaketiyle
beni kırmaması çok mutlu etti beni. Tabii, onu tanımlayan herkes zarafetinden
ve nezaketinden söz etmemeyi başaramıyor. Çünkü kibarlık derecesi oldukça
yüksek bir kadın Audrey.
Bir saat
geçiyor geçmiyor, Audrey ofisimizin kapısından içeri giriveriyor. Simsiyah,
üzerine oturan, dekoltesiz, oldukça şık bir kıyafet giymiş. Ona ne giyse
yakışır, fakat bu bir başka göstermiş onu.
“Hoş
geldiniz,” diyip hemen buyur ediyorum koltuklardan birine. Zamanını almamam
lazım. O kadar kibarlık göstermişken, çekime geç kalmasını istemem. Yoksa ne
olur halimiz? Kendimi kötü hissederim en başta.
“İki soru
soracağım size. Öncesinde çay veya kahve alır mıydınız?”
“Orta şekerli
bir Türk kahvesi alayım,” diyor sakince. Oturmuş ve ellerini kucağında
birleştirmiş.
“Zarif
kadının da hali bir başka oluyor yahu. Bizimkiler olsa böyle sakin sakin
otururlar mı? Yıkarlar burayı, istekleri de bitmez,” diyor iç sesim.
Hemen orta
şekerli kahvesini istetiyorum. Türk kahvesini de biliyor, daha önce içmiş
olmalı. Tabii kim sevmez ki orta şekerli bir Türk kahvesini?
Kahve gelir
gelmez ilk sorumu soruyorum. Madem Tiffany’de Kahvaltı filmini çekiyorlar,
onunla ilgili sorayım. “Tiffany’de Kahvaltı filmi, romandan uyarlanan bir film.
Yazar, Holly karakterini yaratırken Marilyn Monroe’yu esas almış değil mi?”
Zarifçe
kahvesinden bir yudum aldıktan sonra, “Evet, doğru bu. Fakat sanat camiası
böyledir, kime niyet kime kısmet. Ben bu sansasyonun içerisinde anılmak
istemiyorum, çünkü olayın benimle ilgisi yok. Beni oynatmak istediler,
senaryoyu beğendim. Oynuyorum,” dedi. Kızmış gibi durmuyor, ben olsam
kızabilirdim böyle bir soruya. Ama merak da ediyor insan, ne yapayım?
“O zaman son
sorumu sorayım, özel hayatınızda evli erkeklerle birlikte olduğunuzu duyuyoruz.
Bu konuda ne söyleyeceksiniz?” Ben de bugün pimi çekilmiş bomba gibiyim.
Sorular peş peşe gümbür gümbür geliyor. Kesin bir daha gelmeyecek köşeme
Audrey. Kırıyorum kadını.
“Özel
hayatımla ilgili sorulara cevap vermiyorum. Bunu sizin de biliyor olmanız
gerekir,” diyor. Yine sakin, yine zarif. Bir kadının zarafeti hiç mi bozulmaz?
Audrey Hepburn’ünki bozulmuyor işte. Ne sorarsam sorayım, nasıl sorarsam
sorayım sakin ve zarif.
“Sorularınız
bittiyse çekime yetişmem gerekiyor,” diyor ve kahve fincanını sehpanın üzerine
bırakıp, üzerini de birazcık düzeltip dışarı çıkıyor. Ofisin hepsi peşinden
bakakalıyor. Kızdırdık mı acaba kadını?
Editörün notu: Köşe yazıları konseptini dergiye taşımam konusunda beni kırmayan Nazlı Eray’a teşekkürlerimi sunuyorum. Nazlı Eray, hoşça vakit geçirmek ve bir kurgu içerisinde kültüre doymak isteyenler için benzersiz kitaplar yazıyor.
Editörün notu: Köşe yazıları konseptini dergiye taşımam konusunda beni kırmayan Nazlı Eray’a teşekkürlerimi sunuyorum. Nazlı Eray, hoşça vakit geçirmek ve bir kurgu içerisinde kültüre doymak isteyenler için benzersiz kitaplar yazıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder