4 Mart 2013 Pazartesi

Aslında Aşk Da Yok* #şubat/mart2013


   Bazen dile getirilemeyen sözlerin hakikatte çok faydalı ya da tam tersi yıkıcı bir gücü olabileceğine inanıyorum.
   Karşımda oturan esmer kadına bakmaya devam ediyorum. Sarışınlığın bir anda esmerliğe dönmesi durumuna alışmaya çalışıyorum ama nasıl alışılabilir ki böyle bir duruma? Şaşkın şakın bakakalıyorum. Eylül ayında takılı kalmışım. Hepimiz bazı zamanlar bir anda, bir günde, bir mevsimde takılı kalmıyor muyuz sahi? Ben de kalmışım işte, zamanın bir köşesinde sıkışmışım, karşımda da eylem yapan kadınlar arasından seçtiğim birisi. Nerede kaldıysam, sohbeti o aşamadan sürdürüyorum.
   “Peki, ya bu kadar yıpratılan kadınların âşık olması durumuna ne diyeceksiniz? Nasıl hala güvenebiliyorsunuz birilerine?” diyorum.
   “Aşk, insanların hala karşısında kayıtsız kalabildikleri, elleri ile ayaklarının birbirine dolandığı yegâne konu. Kendisini savunmak zorunda bırakılan kadınlar da, aşkın aslında olmadığını düşünmek yerine, âşık olma halini sahipleniyorlar kişiden çok,” diyor.
   Kadın yine bir anda değişiveriyor. Bu durum da biraz fazla olmaya başladı ama, diyor iç sesim. Sürekli cismi değişen, isimsiz bırakılmış bir kadınla nasıl röportaj yapabilirim ki? Sözlerine nasıl güvenebilirim? Hem de onca tarikat, onca insan, onca grup tarafından en küçük bir değeri bile olmadığı söylenen kadınlardan biriyle?
   “Anlayamadım demek istediğiniz şeyi, biraz daha açık ifade edebilir misiniz?” 
   “Duygusal olduğumuzu söylüyorum. Cisimden çok, duygunun kendisine âşık oluyoruz ve ona sahip çıkıyoruz. Belki onun için hırpalanıyoruz, belki bir girdabın içerisindeymiş gibi yaşıyoruz. Ah, bir bilsen biz nasıl zorluklar ortasında rüzgâr karşısında salınıveren ağaçlar gibi olmayalım diye dimdik durmak için kendimizi sıkıyoruz. Dayanamadığımız yerde de ölüyoruz,” diyor. Ağlamaklı oldu. O gözyaşlarına, ben de söyleyemediğim sözlerime sahip çıkmaya çalışıyorum.
   “Yalvarırım ölümden bahsetmeyin,” diyorum, “ölümden bahsetmeye devam ederseniz ya ikimiz de ağlayacağız ya da içimizi yakan kadın ölümleri devam edecek, lütfen susun.”
   Ötekiler röportaj yaptıkları kişileri konuşturmak için uğraşır, bense susturmak için uğraşıyorum. Böyle bir acının içime sığmayacağını düşünüyorum. Oysa güzel resimler çizmek isterdim kadınlarla ilgili, benzersiz sözler etmek, başarılarından bahsetmek ama izin vermiyorlar. Çünkü sadece fiziksel şiddet değil söz konusu olan, ruhsal şiddet de var duyanların duymazdan geldiği. Ayıp sayılan. Bir kadının hükmünün olabilmesi, hakkını doğru düzgün arayabilmesi, kendini insan yerine koydurabilmesi için sosyal statüsünün tam mı olması gerekiyor, tam olmak artık neyse? Aşkın kendisine âşık olduğunu söyleyen bu kadın gibiler, isimsizler, onlar nereye kadar direnebilir böyle bir şeye?
   “Bu röportajı benimle sürdüremeyeceğini geçiriyorsun zihninden. Ama emin ol, sözlerime öylece güvenmeni beklemiyorum senden, konuşmamız gerekiyorsa konuşalım. Üzerine beraberce kafa yoralım. Sözlerimiz dolansın ortalıkta. Tek dileğim, ikimizden biri tamamen ortadan kalkmadan, yok olmadan birbirimizi dinlememiz gerektiğini ve birbirimizin bu hayatta iç içe yaşamasının mümkün olduğunu kabul edelim.”
   O kadar derin bir mevzuya parmak basıyor ki, susturmamam gerektiğinin farkında varıyorum. Konuşsun, çünkü bu zamana kadar susturulmuş bir topluluktan benim seçtiğim bir sözcü o!
   “Gazeteleri görmek, ana haber bültenlerini seyretmek istemiyorsunuz artık değil mi?” diyorum konuyu biraz daha yumuşak bir aşamaya çekebilmek için. Fakat ne kadar uğraşılırsa uğraşılırsın, birbirimizi dinlemeden bu işin altından kalkamayacağımızı biliyorum artık. İşin boyutunu çok bozmuşlar çünkü. Can pazarına dönmüş ortalık. İç sesim bile suskun kalıyor böylesi bir durum karşısında. Ne diyebilir ki?
   “Bir tek televizyonda karşılaşmıyoruz ki kaderimizle.”
   “Ama yine de, bir yerinden başlamak gerek temizlemeye insan ruhunu. Yanılmıyorum değil mi?” diyorum.
   “Ruh değil,” diyor, “zihnin temizlenmesi gerek. Yoksa en kötüsünün bile yüreğinde, insana dair aşk var. Hem belki zihinler temizlenince, aşkın kendisine âşık olmanın yanında, onu özgürce de yaşayabiliriz, ne dersin?”
   “Belki de haklısınız. Olmayan şey aşk değil, aşk algısı. Yanlış yorumluyoruz bazı şeyleri, kişilerin dolduruşuna geliyoruz. Kendimizi kendimizle bıraksak içinden çıkabileceğiz en ağır konuların bile. Aşkın onarılmayı bekleyen bir kırık bebek olduğunu fark edeceğiz ve onu onarmaya çalışacağız, yaralarını sarmaya çalışacağız.”
   Yaşa! der gibi kahvesini havaya kaldırıyor, birden yeni baştan, sarışın kadına dönüşüyor ve “Bu da kadınlarla erkeklerin eş değer algılanmasıyla başarılabilir! Aşk o zaman tastamam yaşanabilir,” diyor.
   Ne kadar da haklı!
   Fincanlarımızı kadınların adının olduğu bir gelecek falı için kapatıyoruz.


Editörün notu: Köşe yazıları konseptini dergiye taşımam konusunda beni kırmayan Nazlı Eray’a teşekkürlerimi sunuyorum. Nazlı Eray, hoşça vakit geçirmek ve bir kurgu içerisinde kültüre doymak isteyenler için benzersiz kitaplar yazıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder