Öncelikle gönderdiğin ikinci mektubu
okuyamadığımı belirtmeliyim. Her ne olduysa, mektup elimde okunmak için
saniyeleri saydığı bir anda toza döndü. Şaşırdım önce. Ama toz halini alması,
tastamam boşluğa dönüşmesinden iyidir diye düşündüm sonrasında da. Avuçlarımda
tozun kalmış olması, mektubun birkaç saniye önce var olduğuna dair kuşku
götürmez bir gerçeklik sunuyordu çünkü. Okuyamamış olduğuma mı üzüleyim yoksa kaybolsa
bile bir zamanlar var olmuş olmasına mı sevineyim, bilemedim.
Bu yüzden sana, mektubunun cevabı
niteliğinde şeyler yazamayacağım. Yalnızca kendimden, sanattan ve birkaç kafa
karışıklığımdan bahis açmak istiyorum.
Sanatla uğraşan insanların arasında bazen kendimi
fazla gereksiz, fazla dışarıda kalması gereken, az konuşması istenen, yetersiz,
bilgisiz ve kabiliyetsiz görüyorum. Sence neden? Buna birkaç yanıt geliştirmeye
çalıştım belleğimden topladıklarımla ama nihayete erdirip kesin kanıya
varamadım. Olmuyor. Sen de kendini bazen fazlalık, yetersiz ve gereksiz
derecede özgün hissettin mi hayatında? Ya da öldüğünde?
Sanat, toza dönmek gibi Afife. Sanat,
vaktinden önce ölmüş bütün insanların hayatını toz zerreciklerine gizleyerek
gözler önüne sermek. Nasıl anlatsam bilemiyorum ama sanatın bütün dallarında,
örneğin edebiyat, tiyatro, resim ve heykelcilikte, insan kendisini kendinden
önce bu işe baş koymuş insanlara, hayatını bu tutkuya bağlamış herkese borçlu
olarak görüyor. Yanlış yaptığı bir şey nedeniyle, ölmüş insanların sorguya
çekilebileceğini düşünüyor. Ağırlığı altında kalınabilecek bir sorumluluk bu. Bazen
ruhuma dayanan bu yükün sonucunda ezilecekmiş gibi hissediyorum kendimi.
Yürekli kadın Afife, sana bu cümleleri
büyülü bir manzaraya karşı yazıyorum, kalbim elimde atarken. Bir anda denizin
dalgalanmasıyla birlikte seni yanımda buluverecekmiş gibi hissediyorum. Ama
yok, benimle o en özel anlar dışında yalnızca mektup yoluyla iletişim kurmayı
sevdiğini, bunu tercih ettiğini ve daha fazlasından pek hoşlanmadığını
biliyorum. Öğrendim artık bunu.
Biliyorum, deniz ne kadar dalgalanırsa
dalgansın gelmeyeceksin manzaraya karşı ruhumu saldığım bu balkona. Demirler
paslanacak, zaman akacak ama sen bana yalnızca mektuplar yazacaksın. Haklısın.
Gözler önünde kadınlığın bahane gösterilerek yargılanırken kendini kim bilir
nasıl aciz, korunmasız, yetersiz ve korku içerisinde ayakta tutmaya çalıştın! Yalnızca
görünüşün, cinsiyetin nedeniyle…
Paragraflarım bile uzun bu sefer. Galiba bir
anlamda, elimde toza dönen mektubun affını diliyorum sana uzun satırlar,
paragraflar yazarak. Okuyamadığım bir mektubun sorumluluğunu bana yüklemezsin
öyle değil mi?
Her neyse… Uzatıp da canını sıkmak
istemiyorum bazı konuları.
Uyuşturucudan dengesi bozulmuş ruhunu daha
fazla zedelemek istemem. Seninle daha fazla ve daha sık konuşmak istiyorum
bundan sonrası için. En azından mektup yoluyla konuşmak manasında…
Bu mektubumda tiyatroyla ilgili daha fazla
tümce yazmayı tasarlamıştım aslında.
Başarılı olamadım gördüğün gibi. Ne
yapmalıyım? Bir türlü güvenemediğim, arkasında sımsıkı ve dimdik dursam da –bilinçsizce-
sorgulanmasından asla hoşlanmadığım cümlelerimi silip yerine yenilerini mi
yazmalıyım? Sana yazarken hep böyle dikkat mi kesilmeliyim?
Kalabalık gruplar arasında kendisini her zaman
köşelere çeken –ya da oralarda bulan mı demeliyim?- ve suskun tavırlar takınan ben,
ne yazmalıyım sana tiyatro meselesiyle ilgili?
Tiyatronun matematiğini anlamaya çalışıyorum
şimdi de. Aklımın bir köşesi (ki aklın sence kaç köşesi vardır Afife?) şimdilerde
tiyatro metinleri, oyuncular, oyunculuklar, replikler, ışıklar, dekorlar,
kostümler ve daha fazlasıyla doluyor, taşıyor, karmakarışık oluyor.
Sen söyle Afife, tiyatro her zaman insanı bu
hale mi sokar? Bazen mutlu, bazen mutsuz; kimi düşünceli, kimi kendini gereksiz
hisseden biri haline mi çevirir insanı? Yoksa tiyatro insanın kimyasına mı
sokulur bir nefeste?
Yaz bana bunları Afife. Yanıtlarını duymak
istediğim sorular bunlar. Özellikle odaları darmadağınık edilmiş bir ruhtan
duymayı çok istediğim cevapları var bu soruların.
Sana
bunları yazarak kafanı mı şişirdim yoksa?
Kızma bana.
Daima seninle…
Oğuzcan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder