Çok zamandır aklımda dönüp
duran bir konu var. Yazmak istiyorum. İstiyorum ama zamanını tutturamıyorum.
Yolunda gitmeyen şeyler oluyor her seferinde. Aksiliklerden öte, kendimle
ilintili, kendime dair, bana ilişkin. Sonra da yazacağımı, yazmak istediğimi
unutup başka sulara dalıyorum, boğulmak için. Kendimi tekrar tekrar aynı derin
suyun dibini bulmaya çalışır halde buluyorum. Her keresinde yosunlara dolanıp,
ölüyorum. Ben de yosuna dönüşüyorum. Yeşil, kaygan, acayip biçimde hayata
tutunmaya çalışıyorum. Kendimin dışına kaçıp bambaşka “bir şey” oluyorum.
Kendimi ben bile yadırgıyorum. Balıklar ölgün gözleriyle bana bakıyor. Suçlu
bütün bakışları yeşilimde hissediyorum. Yine de buna aldırmayıp suyun dansına
katılıyorum. Dalgalanıyorum, sallanıyorum, kendimden geçip sonunda bir balığın
dişleri arasında uyanıyorum. Diğer yarım nerede? Balıklar yosun yer mi? Yerse
neden ben, bir başkası değil de ben? Sorularım da benimle birlikte balığın ince
dişleri arasında kalakalıyor. Hâlâ balığın beni gerçekten yiyebileceğine
inanmıyorum. Daha önce hiç görmemişim. Görmediklerime kimi zaman inanmamın
müthiş olabileceğini, henüz bilemiyorum. Bir hareketlenme oluyor sonra…
yanımda, metalik bir varlık hissediyorum. Hissim taşları delebilecek kadar
keskinleşiyor, sivriliyor. Onu görüyorum. Çengel. Ve yeniden, ne olduğunu bir
kez daha anlamadan, ikinci kez ölüyorum. İçimde ölülerimi biriktiriyorum. Ölüme
alıştıktan sonra, geçip karşısına, gülüyorum. Gülüşüm suratımda donuyor. Ağzımı
bir daha kapatamıyorum, dişlerim çürümeye başlıyor, tenim pul pul oluyor. En
kötüsü de, pullarım, rüzgâra yenik düşüyor. Birdenbire derinden gelen
uğultulara kapılıp soyulmaya başlıyorum, derimden başlayan ve benliğimin
çekirdeğine uzanan rotada. Çekirdeğimi bulup çıkarmak için katman katman
söküyor tenimi. Gittikçe şiddetlenen rüzgâr karşısında daha ne kadar ayakta
kalabileceğimi bilemiyorum o an. Beni parçaladığı bütün an’ları, yeniden
birleştirecekmiş gibi hissediyorum sanki, buna da emin olamıyorum. Sonra,
yeniden ölüyorum. Başta toprağı yadırgayıp sonunda ona da alışıyorum. Gömüldüğüm
toprakta gezinen ağaç köklerine sarılıyorum. Sarılıp ağlıyorum. Ağaca
karışıyor, yaşama yeniden tutunuyorum. Sonra benim yeniden ölmem için daha
korkunç bir şey oluyor. Umursamıyorum.
19 Aralık 2014 Cuma
15 Ekim 2014 Çarşamba
MM: Uzun Aradan Sonra Yeni Konuşmalar
“Kahvenin yanında çikolata
alır mıydın?”
“Hayır, diyetteyim,” diyor.
O kadar zamandır görüşmüyoruz ki, neyi sevip
neyi sevmediğini dahi adamakıllı hatırlayamıyorum. Belleğimde birbirinin yanına
yakışmayan garip tümceler. Belki bu tümceleri birleştirmek için arıyorum
Marilyn’i, o yüzden özlüyorum. Belki de kırık kalbini biraz da ben kırmak için
istiyorum onu yanımda. Çünkü konuştuğumuz her seferde de ağlıyor. Ya içine
içine ya da bütünüyle dışarı akıtarak gözyaşlarını. İkisinin arasında çok fark
var onun için. O, ikisini birbirinden öyle ince bir bağla ayırıyor ki, her göz
göremiyor farkı.
Karşımda, tekli koltukta oturuyor. Bense
bütünüyle rahatlığı kucaklayarak köşe kanepenin köşesindeki o uzun, o uzanmak
için birebir kısımda sere serpe yatmaya çalışıyorum. Sığamıyorum.
Sığdıramıyorum kendimi. Oraya bile.
“Neden bunca zamandır konuşmadık Marilyn?
Aramızda bir kırgınlık var gibi hissediyorum. Olmasın. Herkesle olsun ama bir
tek seninle olmasın. Ben içimin en derinini bir tek sana açabiliyorum çünkü.
Ruhumu çıkarıp ortaya koyabiliyorum senin yanında, ruhumun karşısında senin
ellerine büyüteç tutuşturuyorum,” diyorum ve aniden ağlamaya başlıyorum.
Marilyn ağlamayacak mıydı?
Neden ben ağlıyorum şimdi, onun yerine?
“Ben herkese her an her şeyi anlatamıyorum.
Senin de anlatmaman lazım belki. Hatta bana bile.”
“Ne diyorsun Marilyn? Sana bile mi?”
“Evet, bana bile. Hatta kendine bile. Sus.
İçine içine sus. Anlıyor musun?”
Söylediği, ifade etmeye çalıştığı gerçeği
düşünüyorum.
Karşımda kahvesinden bir yudum alıyor. Orta
şekerli. En sevdiğinden.
Konuşmaya başlamak için düşüncelerimi silah
zoruyla hizaya diziyorum, ses olma sırasına. Ama konuşmaya başlamadan önce
elimdeki fincanın içerisine bir damla gözyaşımın düşmesine engel olamıyorum.
Fark etmemiş olmasını diliyor, içine vicdanımın özü katılan kahvemden bir yudum
alıyorum. Susuyorum.
Suskunluğumu bitiremeden o başlıyor
konuşmaya: “Çok sıkılıyorum kalabalıktan. Sahici olduklarına inanamıyorum bir
türlü, çok çabuk güveniyorum ama yine de içimi kemiren bir fare dönüp duruyor
vücudumda. Tenimin altında.”
Bugün
bilerek mi söylüyor bütün bunları?
Bunca zaman söylemek isteyip de
diyemediklerini sese dönüştürmek için benim gözyaşlarımdan herhangi birinin
meydana çıkmasını mı bekliyordu?
Neden böyle yapıyorsun Marilyn?
“Ben de,” diyorum, ürkütücü bir fısıltıyla.
Benim fısıltıma karşılık ütülenmiş
cümlelerini sunuyor Marilyn.
Derine sapladığı bıçağı orada döndürmeye
başlıyor resmen! Beni daha da çok ağlatmak, inletmek, sızlatmak ve belki de
öldürmek için! Görüşüp konuşmadığımız günlerin intikamını almak için hislerimi
kendi hisleri gibi paylaşıp acımı azaltmak istiyor ama biliyor ki bu istek
aslında benim canımı daha da çok yakacak. Alevlerin durmadığı kulübelerden
birinin içine atacak beni.
Ah Marilyn, sen de mi değiştin?
“Değişmedim demek isterdim ama hepimiz
değişiyoruz, algımız değişiyor. Sakın korkma, bu değişim iletişimimizi kör
makaslarla kesmeyecek, aksine, daha da geliştirecek. Güzellik katacak ona.”
Ve bir kez daha…
Kimselerin beğenmediği o şiirlerinin
dizelerine benzetiyor konuşmasını. Cümlelerini. Eski bir vazoyu ikimizin
ortasındaki mesafeyi oluşturan yüzeye atıyor ve parçalanmasını seyrediyor.
Seyrediyoruz. İkimiz de.
Birbirimizi kırıyoruz, döküyoruz, ve daha
çok seviyoruz.
“Haklısın,” diyorum. “Haklısın Marilyn, değişmek
demek dönüşmek demek. Dönüşmekse geride bıraktığından daha iyi, daha ince, daha
yüksek, daha yüce özelliklere, düşüncelere, kalbe, vicdana sahip olmak
zorunluluğunu barındırıyor. Emek verilmişse tabii. Yoksa kendini aramaya çıkıp
da yollara düşmemiş birinin geride bıraktığı kendinden daha iyi bir yerde
olması beklenirse, bu çocukluk olur.”
Felsefeyi kaçıncı sınıfta bırakmıştım?
Dahası Marilyn’in okuduğu o felsefe kitaplarına, romanlara, şiirlere, oyunlara
yetişmeye mi çalışıyorum?
Neden tüm söylenenlerin ardından iç yakan
soru işaretleri fırlıyor ortaya?
Kahvelerimizden birer yudum daha alıyoruz.
“Nasıl, tadı daha güzel değil mi?” diyor.
Göz kırpıyor muzipçe.
Görmüş!
Görmüş!
Oysa saklamaya, fark edilmez kılmaya çalışmıştım.
Denemiş ama başaramamışım.
Gözyaşımın düştüğünü görmüş ve söylemek için
kahvelerin son yudumlarını beklemiş.
“Kalabalıktan korkuyor musun?” diyorum.
“Hayır,” diyor ve gülmeye başlıyor.
Kahkahalar savuruyor. “Sadece karşılarında durmak kendimi fazla özel
hissettiriyor ve yaralarımı tamir ediyor.”
Nasıl?
Nasıl?
Nasıl bu kadar temiz kalabiliyor?
Nasıl bu kadar benziyor bir tanrıçaya?
“Kahve bitti,” diyor.
“Evet,” diyorum, “bitti.”
Keşke bitmeseydi. Çünkü biliyorum ki kahvenin
bitmesini sohbetin bittiği anlamını doğuruyor. Onun gitmemesi gerektiğine
inanıyorum. Yanımda tutak istiyorum. Günlerce, haftalarca, aylarca yanımda
dursun, konuşmasa bile gözleriyle kalbimin haritasını okusun istiyorum.
Acılarımı temize çeksin. Korumasın beni, hayır, sadece gözleri, burnu,
yanakları, dudakları, kaşları, saçları- bütünüyle, eksilmeden, zarar görmeden
karşımda dursun. Ben göreyim onu.
Korkuyla titreyen sesimi konuşturmaya
çalışıyorum: “Başka bir şeyler ikram edebilirim? Güzel bir şarkı açabilirim,
güzel bir şiir okuyabilirim?”
“Şiire hayır demezdim ama bir yere yetişmem
gerek, zaten yeteri kadar geç kaldım,” diyor.
Sonra da kalkıp gidiyor. Her şeyin farkında
ya da hiçbir şeyin farkında değil.
Gitmesin istemiştim.
Her seferinde yaptığı gibi, benim peşinden
bakmama neden olacak bir şeyler yapıyor yine. Yeniden. Gidişiyle.
Özlemişim, diye düşünüyorum.
Kalbim.
Kalbim bu sohbeti özlemiş bu kadar
kırıklığın ortasında.
Sohbeti yarım bırakıp, öksüz bırakıp
gidişini dahi özlemişim. İhtiyaç hissetmişim.
Yeniden, en yakın zamanda. Olur mu Marilyn? Konuşuruz kahve eşliğinde.
Ya da belki bu sefer şampanya olur? Yalnızlığımızı kutlamak için hem de! Ne
dersin?
24 Ağustos 2014 Pazar
Bir Ölümün Düşündürdükleri ya da Kafa Karışıklığı
Tam tamına bir hafta.
Kocaman günler. Saatler.
Hiçbir şey yapmama, tek kelime yazmama, tek
satır okumama ya da en kısa bir filmi dahi izlememe hissi içindeyim. Duygusu
içinde.
Açık söyleyeyim: Bu yazı başından itibaren
sevemedim zaten.
Bir kolu, bir bacağı dişlenip kullanılamaz
hale getirildikten sonra- kolsuz, bacaksız plastik bebekler gibi. Eksik ya da
fazlasıyla inanılmaz, o yaşa göre. İnanmak istenilmeyen.
Bu yaz, aynen böyle, inanmak istemediğim bir
mevsim. Bir dönem.
Bütünüyle kendimi ayırabildiğim haftaların
olmadığı bir zaman parçası. Önceden programlanmış, fazlasıyla ağırlaşmış- bir
yük!
Birkaç gün önce bir sınava girdim.
Kazanamadığım ilk sınav. Ama mühim değil. Kazanmanın da, kazanamamanın da son
derece önemli olduğuna inanırım. İkisinin de gizli başka sebepler
barındırdığına.
Sözünü etmek istediğim şu: Sınav günü bir
ölüm haberi aldım.
Tamamen sınavdan bağımsız.
Uzundur ya da şöyle diyeyim birkaç senedir
ölüm üzerine epey sık düşünüyorum. Herkes gibi, bir anlam yaratmaya çalışıyorum
ölümün varlığı üzerine. Ya da son derece sıradan teoriler oluşturuyorum. Ve çoğu
zaman, hepsini unutmayı tercih ediyorum.
Unutmak iyi geliyor çünkü.
Ölümü de unutmak iyi geliyor.
Unutmaktan kastım, günlerce süren işkence
nöbetleri sonrası sindirmek değil. Bir anda. Kendiliğinden unutma. Zorlamadan.
Ruhunu zımparalamadan. Acıtmadan.
Bir haftadır sadece soluk alıyorum. Öylece
ruh gibi dolaşıyorum. Hayır, sınavla ilintisi yok, ondan günler önce başladı bu
durum. Sadece, hiçbir şey yapmıyorum. Evet. Birkaç gündür de, çocukluğundan
beri evinin hemen karşısındaki evin balkonunda görmeye alıştığın birinin
ölümünün ne demek olduğunu düşünüyorum. Bu yaz ne çok ölüm haberi aldığımı.
Ölenlerin hiçbirini bu kadar yakından “tanımadığımı”.
Günler. Saatler. Yıllar.
Geçiyor bir şekilde.
Sonunda insana, sevse de sevmese de görmeye alıştığı
birinin ölümü kalıyor. Televizyondan gördüğü, karşısında gördüğü. Bir şekilde
gözüne değmiş bir resim. Görmediklerin değil de, gördüklerin bir şekilde
dokunuyor içine. Ama nihayetinde, sindiriliyor da.
Şaşırmasam da, görmesem de, bilmesem de-
sindiriliyor bir şekilde.
Düğün ve cenaze. Ne de olsa yan yana.
Bu yüzden belki de, cenazeleri sevmiyorum.
Yas tutmuyorum.
Sabır dilemiyorum.
İçime atıp, kenara çekiliyorum.
Herkes bir şekilde iyi dileklerini,
taziyelerini sunuyor, varlıklarını ifade ediyor zaten. Bir fazlaya gerek var
mı? İnanmıyorum!
Böyle işte.
Bir haftanın resmini üç güne çiziyorum.
Belki de tutarsız cümleler kuruyorum.
Ama.
Zaten ölüme ilişkin ne kadar büyük cümle
kurarsak kuralım, karşımızda hep daha büyük bir cümle olmuyor mu? Ölümün
kurduğu bir tümce.
Kısası, ölüm bitmiyor.
En azından.
Keşke, yaz bitse.
Belki ölüm de bir şekilde durur, yaz
bitince.
25 Temmuz 2014 Cuma
Başrolde Yeşilçam veya Gözlerinden Bellidir Cevriyem
Biyografi okumayı değil de,
seyretmeyi daha çok sevdiğim bir tür. Hem nasıl sevdiğim.
Biyografik romanlar, anlatılar, denemeler,
şunlar bunlar her adımımı zorlayan bir metne dönüşür eğer gerçekten iyi
yazılmamışsa. Ustalıkla inşa edilmemişse. Ya da kalibresi güzel tutturulmuş son
derece ilgi çekici bir kişinin anıları değilse söz konusu olan.
Başrolde
Filiz Akın, daha önce bir yayınevi tarafından yayımlanmış. Pek tabii ve
sanırım, benim okumayı pek sevmediğim bir dönemde.(Herkes ilk adımdan bu yana
okumayı seviyor değil, bazıları çok sonradan tutkunu oluyor bu “eylemin”.)
Neyse ki geçtiğimiz günlerde Altın Bilek
Yayınları, yeniden yayımladı da haberim oldu. Haberim oldu demeyelim de,
okuma şansım oldu. Hem de genişletilmiş, eklemeler yapılmış hâliyle.
Yeşilçam filmleriyle büyüdüğümü birçok yerde,
birçok kez söylemişimdir. Hatta birçok sahnesini zihnimde yeniden oynatıp
durduğumu da söylemişimdir. Söylerim böyle şeyler.
Başrolde
Filiz Akın, bu açıdan çok zamandır uzak kaldığım Yeşilçam’la aramda örülmüş
o ağı, danteli, örgüyü anımsattı bana. Hemen şunu itiraf etmeliyim ama: Sevgili
Pınar Çekirge gibi bir Filiz Akın hayranı, tutkunu değilim.(Hayranı olunan bir
kişiyi paylaşma açısından, yazar için hoş bir durum olabileceğini düşünüyorum
bu tutkun olmamanın.) Benim soluğunu takip ettiğim yonca yaprağı Türkan Şoray.
Belki biraz da Fatma Girik, ama o çok az. Hülya Koçyiğit ise yalnızca denk
geldiğim filmleriyle usumda yer edinen bir kimse.
Dönelim kitaba.
Aslında Yeşilçam’a.
Kitabı, kendimi epey kendime kapattığım bir
dönemde, 1-2 günde okudum. Orada burada.
Pınar Çekirge, anlatıda Filiz Akın’ı nefes
üflediği karakterlerle geçişli anlatıyor. Nasıl geçişli? Sinema ekranında
görünen bütün o kadınların, belki biraz, Filiz Akın’ın ruhunda yaşamaya devam
ettiğini hissettirerek. Bu yüzden Başrolde
Filiz Akın, Filiz Akın üstüne kurulu yazılardan oluşan bir biyografik kitap
olmaya çalışırken, bir yandan da sinema ekranından geçip giden onca kadının
aslında oyuncunun hayatına halen, bir şekilde dâhil olmaya devam ettiğinin da
altının fena halde çiziyor.
Kitap filmler ekseninde ilerliyor.
Filmler, Filiz Akın’ın hayatına yön veriyor-
belki de Filiz Akın’ın o filmlere yön vermesinden de öte!
Bu pencereden bakıldığında çok daha karmaşık
şeyler düşündürdü bana Başrolde Filiz Akın. Bir oyuncunun, sinema insanının
hayatında yol alıyordu belki. Bütün o başka hayatların bilgisiyle.
Her neyse.
Yeşilçam işte. Kalp kırıklıklarının daha
vicdani yaşandığı o büyülü hayatların zaman. Âşık olma halinin en iyi, en
temiz, en insanı, en en en anlatıldığı, bir başka yere götüremeyeceğini bile
bile içimizden bir yerlerden bir şeyleri kopardığı zamanın güzelliği.
Böyle bir yazı planlamamıştım aslında. Bütün
cümlelerin ve paragrafların biraz eksik kaldığının farkındayım. Ama şunu
düşünüyorum bu aşamada: Çoktandır uzak kaldığım ve yetim bıraktığım sevgilim, Yeşilçam,
bir kitabın bambaşka boyutunda karşımda çıktı ya, artık bırakmam eskisi gibi.
Savurmam bu tutkuyu.
Hem dedim ya, Yeşilçam, tutkunu olduğum bir
kemiğim. Öylece bırakıp gidemeyeceğim. Söküp atamayacağım.
Ayrıca bir de iz var, takip etmem gereken.
Neşet Ertaş’ın türküsünden yola çıkarak
atmosferi yaratılan o filmi bulmalıyım belki de. Neredesin Sen? olabilir mi
adı? Kimdi oradaki kadın? Bambaşka bir hayatı yaşayıp sevdiğinin kendisini
sevip sevmediğini öğrenmeye çalışan o kadın? Yoksa Filiz Akın mı?
Ama ben Türkan Şoray’ı takip etmez miydim?
En çok da, en çok da kitaptan uyarlama
olduğu halde bambaşka bir senaryoya sahip Fosforlu Cevriye değil mi sevdiğim?
Yoksa kafam da, tıpkı bu yazı gibi bir sürü
açık uçlu düşüncenin hâkimiyeti altına mı girdi?
Ah!
Bir daha: Ah!
Gözlerinden
bellidir Cevriyem
O en sevdiğim filmin, en sevdiğim sahnelerinden biri.
5 Temmuz 2014 Cumartesi
Bir Kadının Suç İtirafı
Beni bir Van Gogh tablosunun
altında becermek istemesi bardağı taşıran son damla oldu. Van Gogh’a dahi
duyduğum saygıyı unuttum bir an ve tabloyu adamın kafasına geçirip ona zarar
vermek istedim. Tabloya değil tabii, adama zarar vermek istedim.
İlişkimizde günlerdir bir
tutukluk olduğunu hissediyordum zaten.
Günler eskisi gibi akmıyordu.
Yağlanması unutulmuş eski bir
kapı gibi gıcırdayıp duruyordu konuşmalarımız.
Konuşmalarımız bir tür
çığırtkanlığa dönüşmüştü yani.
Birbirini anlamayan, duymayan,
duysa da konuşmayan, konuşsa da anlatmayan onlarca çifte benzemiştik sonunda.
Başlangıçta verdiğimiz söze rağmen.
Van Gogh tablosu ise sorunlara
son cilayı attı.
Parlattı sorunları.
Ama ben ona demiştim başından,
bir fahişenin sevgilisi olmaz, olamaz, olsa olsa dostu olur. O da cebine para
doldurmayı ve bedavadan bir kadınla yattığını hesaplarken kıskanmaya vakit
bulamaz. Bulsa da hangi birinden kıskanacak?
Bu yüzden daha fazla konuşmak
istemiyorum Hâkim Bey.
Evet, öldürdüm onu, hem de
vahşice.
Sanırım hayatın sırtıma
yüklediği ağırlığın altında kalmaktan kurtulmanın tek yolunu onu, bana
ressamların isimlerini tek tek öğreten o resim öğretmenini öldürmek biçiminde
kurguladım.
Evet, kurguladım.
Ve o kurgunun altında kaldım
efendim.
İlahi kurguya, kendi kurgumla savaş açtım.
Ama olmadı.
Şimdi cezam neyse onu çekmeye
razıyım, yeter ki “hayat üstüme binip durmasın”.
Yeter ki nasıl düştüğüm daha
fazla sorulmasın.
Çünkü cevap vermekten yoruldum.
Çünkü suçumu kabul ediyorum.
Çünkü ben artık herkesin gözüne bir hiçim.
Hiç'in hiçi.
Ötekinin ötekisi.
Katil bir fahişe.
Fahişe sıfatıyla kabul edilmediğim onlarca insan tarafından yükü iki kat artmış bir biçimde kabul edilmeyi bekleyemem, beklemem.
Kimse katil bir fahişeyi görmek istemez.
İstememeli de zaten.
Bu yüzden tıkın beni hapishaneye.
Orada birisi şişlesin ya da ne bileyim bir şekilde öldürsün beni ve geberip gideyim.
Olur mu Hakim Bey?
Lütfen.
Yalvarıyorum size.
Bunun için yalvarıyorum.
Nasıl da aşağılık bir durumda bulunduğumu görüyor musunuz şimdi?
Ölümümü diliyorum. Hem de en saçma bir yoldan.
Siz de affedin beni.
Ama yine de tıkın içeri.
26 Haziran 2014 Perşembe
Beklemek Başkalaştırır
O, gökyüzünde salınan bir düşünceye dönüşecek sonunda. Belki helyum gazı yüklü bir balona… Belki de karahindibanın adını çağrıştırırcasına bahtsız tohumuna… Ardından unutmaya başlayacaksın. Alışmaya başlayacaksın. En fenası da unutmaya alışmaya başlayacaksın. Ve günün birinde artık salınmayacak gökyüzünde. Gökyüzünü temizlemiş sayacaksın kendini. Unutarak. Alışarak. Ve unutmaya alışarak. Derin bir boşluğa dönüştüreceksin her yönünü, bir başkasının gelip doldurmasını beklemeyi planlayacaksın ahmakça, aslında hiç inanmadığın bu düşün içine çekeceksin kendini yaka paça. Artık eskisi gibi olmayacaksın. Olamayacaksın. Çünkü en çok, birini beklemek başkalaştırır insanı. Vahşi bir duyguya sürükler beklemek. Bu yüzden bekleyenlerin hepsi fena halde yaralıdır anlayana. Görebilene. Belki de yalnızca bekleyene görünür bu yara.
22 Mayıs 2014 Perşembe
Çünkü eleştirinin BİLE bir kalbi vardır
Size yaş ilerledikçe, alınan yaşlar ve
eğitimlerle temizlenememiş bir masal anlatacağım. Bir rüyayı üçe, beşe, on
yediye bölerek keyfini kaçıracağım gecenin. Mutsuzluğu kelimelere yaslayacağım.
Çok yakın bir geçmişte edebiyatın yakınında
duran herkesin alabildiğine zarafet, karizmatik düşünceler sahibi, kibar,
başkalarının hayatına müdahale ederken onlarca kez düşünen, ince fikir sahibi
kimseler olduğunu sanırdım. Bu öyle müthişti ki, bu yüzden tanıdığım herkesi
edebiyatın herhangi bir yerinden tutmaya davet ediyordum. Ki halen etmekteyim.
Önce kendimi, sonra onları bambaşka hayatları tanımaya, tanıdıkça insanları
daha az yargılamaya, daha az yargıladıkça daha insani bir yaşam biçimi
oluşturmaya çağırıyordum. Çağırıyorum. Becerebiliyor muyum bilemiyorum ama
üstüne kafa yorduğumu, gerçekleştirmeye çalıştığımı söyleyebilirim.
Neyi ne kadar, nereye kadar ve nasıl
yaşadığını bilmediğin birinin yaşamını mercek altına yerleştirmek sanıldığı
gibi öyle basit değil zira. Yargılamak da bu yüzden o kadar kolay olmamalı. Ve
bence edebiyatın büyük ölçüde yüzey alanı bu yargılama düğümünü çözme merkezine
dâhil.
Bütün edebiyatçıları, edebiyat ilgililerini,
akademisyenlerini bu düğüm çözme işine kafayı takmış olarak düşünürdüm. Ne büyük
yanılgıya düşmüşüm! Edebiyatla akademik düzeyde ilgilenip, edebiyatın aslında
hayatın merkezinde daha zarif yaşama destekçilerinden biri olduğunu unutan,
dahası bu unutuşla gözünü kendi hayatından uzaklaştırıp başka hayatların
pencerelerine diken, bununla da kalmayıp gördüklerini teşhir etmeyi iş edinen
biriyle karşılaştım. Pek tabii eleştirmek bana düşmez- sahiden benim hayatımı
yarım yamalak biçimde onlarca kişinin karşısında teşhir eden birini eleştirmek
DE mi düşmüyor bana? Bence tam da burada konuşma hakkı doğuyor. Doğmalı. Yoksa
bu yazdığım şeyin kirlenmiş bir masala benzemeyeceği aşikâr.
Devam edeyim: Bence edebiyat Orhun Abidelerinde
ne yazdığını bilmekten öte, hayatı bir çiçeğin yanından geçer gibi yaşamak adabını
tutturmak anlamına geliyor. Bütün eski dilleri, unutulan bütün dilleri
bilmenin edebiyatla bir ilişkisi var evet, ama edebiyat tam olarak bu olmuyor.
Edebiyatla ilgilenmek eski yazıtları çözüp, kendi anlarını ve anılarını usta
işi beceriler gibi özetleyip başkasınınkini küçük görmekten, zehirli bir dille
eleştirmekten çok çok başka nihayetinde.
Eninde sonunda edebiyat, tadını bilmediğin
bir başka yaşantıyı anlamaya çalışmaktan geçiyor. Kavramaya çalışmaktan.
Eleştirmekten, küçük odalara kapatıp neşterlemekten, o yaşantıları acınası
görüp derin denizlerde boğmaktan geçmiyor. En eski sözcükleri biliyor olmanın
ağırlığı altında canını çıkarmaktan da geçmiyor pekâlâ.
Edebiyat bir başkasının hayalini en adi bir
ucube gibi tarif etmekten HİÇ GEÇMİYOR. Kurduğu cümleleri müstehzi bir gülüşle
ciddiye almamaktan da geçmiyor. Yolu bu değil çünkü.
Ve diyeceğim o ki, mümkünse benim
düşüncelerimden birini daha kirletilmiş sözcüklerle kurşunlamayın. Yoksa hep
üzgün, kırgın ve bir parçası eksik kalacağım. Bir masalım daha güve
deliklerinden kaçarken zamanın çarkında zedelenmek zorunda kalacak. Ben bunu
istemiyorum. Ben edebiyatın herhangi bir yerinden tutmuş herhangi birinin
zarafet sahibi olduğuna inanmayı arzu ediyorum. Bir başkasının havuzuna
dalmadan önce o havuzun adabının öğrenilmesini, o havuzun kalbinin haritasına
bakılmasını istiyorum ve o havuzun derinine gömülecek cesetlerden korkuyorum.
Bunu biraz düşünmeli kanımca. Edebiyatın, bu, başkasının hayatında nereye kadar
dolaşabileceğimiz öğüdüne kafa yormalı. Yoksa, dediğim gibi, bir parçam
hep eksik kalacak. Tıpkı sizin de eksik kalacağı gibi.
Kalp,
çünkü, bu kadar hırpalanmaya alışık olmadı HİÇBİR ZAMAN. Ne benim KALBİM ne de
sizin KALBİNİZ alışık değil buna, alışık olmamalı. Aksi takdirde nasıl akar
yaşam bir çiçeğin yanından geçer gibi? Zaman nasıl geçer birini en yakışıksız
bir biçimde eleştirirken kendine gelecek eleştirilerden korkarak? Çünkü
eleştirinin BİLE bir kalbi vardır, tıpkı enginarın olduğu gibi. Belki de Amelie
bu yüzden hep haklıdır. Bu yüzden ÇOK kibardır. Zariftir. Edebiyata kafa yormuştur belki de.
4 Mayıs 2014 Pazar
Hoffman’ın Yeni Sesi
Bir köşe başından geldi Ölüm.
Okunmamış, yarısı okunmuş, okunmuş ve kabul
edilmiş senaryoların arasından çıkıp geldi Ölüm.
Bir bedenin içerisinde sıfırdan yaratılmış
insanlarla, o insanların birbiri ile çekişmesiyle, hiç kimse’den dünyanın
tanıdığı biri’ne dönüşen Hoffman’ı almaya geldi Ölüm.
Can yakarak geldi. Ölüm belirsiz bir saatte,
kolda takılı kalan bir şırınganın içerisinden akan yüksek dozda uyuşturucuya
sarınarak gelip buldu Philip Seymour Hoffman’ı.
Bir değil, birçok kişiliğe bürünüp bambaşka
sularda yüzdü Hoffman. Ölüm belki de en çok buna sinirlendi ve yüksek dozda
uyuşturucuyu değil de kıskançlığı sebep gösterdi de çekip aldı onu. Tuttu
kolundan götürdü bilinmeyen yerlere.
Soluğun kesildiği yerden kendini gösterdi
Ölüm, tedavilerle bırakılan bir bağımlılığın tezahürü ile çıkageldi. Ansızın
geldi.
Oysa altında imzası kurumamış sözleşmeleri,
ete kemiğe büründüreceği insanları vardı ruhunda çağırılmayı bekleyen. Kılığına
girip yeniden hayata döndüreceği Capote’leri vardı, zamanın bir yerinde.
Kıyısından döneceği Oscar’ları, dudağından çıktıktan sonra peşinden
bakakalacağı daha çok sözleri vardı.
Ölüm izin vermedi.
Ruhundan sürükleyerek götürdü onu Ölüm.
Soluğunu kesti. Yaşamı boyunca hayat verdiği
bütün karakterlere, Hoffman’ın parçalara ayırdığı ruhunu dağıtarak aldı gitti
onu.
Ölüm.
Hoffman, geriye filmlerini bırakarak gitti.
Belki bazı fotoğraflarını… Bir de acı bir gecenin ardından koluna asılı kalan
şahidi şırıngayı. Aşırı dozların söküp aldığı ilmekler gibi sessizliğe
dönüştürdü onu Ölüm. Ardında filmlere ve bambaşka insanlara dağılmış sesini
bırakarak sessizleştirdi onu.
Hoffman’ın sesini kısmaya çalışıp başaramadı
Ölüm. Sessizliğine yeni çığlıklar, kahkahalar, iniltiler, ağlamalar yükleyip
yeni bir ses yarattı.
Görüntüleri kaldı Hoffman’ın. Ve elbette
yeni sesi…
İyi ki de kaldı.
Yeniden yeniden seyredilen birbirine
yalnızca gözleri benzeyen erkekler bıraktı geriye.
Bir de hiç susmayan sessizliğini bıraktı.
Şimdi kim Ölüm’ün kazandığını iddia edebilir
geriye kalan bunca anıya rağmen?
Ama yine de, bir köşe başından geldi Ölüm.
3 Mayıs 2014 Cumartesi
Doğunun Nefesi'ne Mektup
Sevgili Maryam,
Birazdan yazacaklarım belki canını sıkacak.
Onca zaman neden yazmadığımı, seni önemseyip önemsemediğimi, kalbimin hangi
yöne gitmeyi arzu ettiğini soracaksın. Haklısın. Yazmalıydım sana. Hiç kimseye
yazmasam bile, sana yazmalıydım. Tek sözcük olsa bile. Anılarımız hatırına
yazmalıydım. Ama yazamadım.
Sana içimin haritasından söz etmeyeli o
kadar zaman oldu ki, nereden başlamamın doğru olacağını bir türlü
kestiremiyorum. Hangi zamandan başlasam eksik kalacağım için, parçalı bulutlu
anlatacağım kendimi sana. Şimdiden affet beni.
Birkaç gündür kendi ölümümü planlıyorum.
Sayısız intihar metodu düşünüp hiçbirinin bana yakışmayacağını, ünlü bir film
yıldızının ününe yaraşır bir biçimde ölmezse filmlerinin hatırlanmayacağını
düşünüp dertleniyorum. Sürekli düşünüyorum. Oysa ünlü bir film yıldızı değilim
ben, önce bunu kabullenmeliyim.
Feleğin çemberini ateşe verip ilkin kırbaç
zoruyla, sonra tarifsiz bir tutkuyla kendi isteğiyle onun içinden kerelerce
geçmiş biri olarak yazıyorum bunları. İçinden geçtiği hiçbir filmi başarıya
ulaştıramamış, hatırlanırsa ancak ölümünden sonra hatırlanabilecek bir film
yıldızı olarak yazıyorum. Başarısız bir film figüranı belki… Ama yine de yıldız
demeyi tercih edeceğim izninle. En azından kendi mektubumda kendimi başarıya
ulaşmış olarak görmeyi, göstermeyi arzu ediyorum. Bağışla beni.
Fark etmişsindir, sonda söylemem gerekenleri
başta söylüyorum her zamanki gibi. En olmadık tümceyi en olmadık zamanda
kuruyorum. Bütün zamanlarımda olduğu gibi.
Yaşam artık o kadar canımı sıkıyor, o kadar
ağır geliyor ki Maryam. Seninle ilk tanıştığımız zamanların o kalbi genişleten
heyecanını bir türlü tutturamıyorum. İlk sinema filmimde bana o kadar yardımcı
olmuştun ki, hatırlıyor musun? Birbirinin kuyusunu kazıp onları oraya gömen
yüzlerce insana rağmen bana yardımcı olmuş, bir rakip gibi görmemiş, rotamı
çizmemde yardımcı olmuştun. İstediğin ritmi tutturup başarılı olamasam da
birkaç filmde oynamıştım sayende. Her neyse…
Görüşmeden geçen zamana karşı şimdi neden
sana, sadece sana yazıyorum bilmiyorum. İçimde tarifi çok zor bir yöneliş var.
Anlamsız da olsa sana yazma, anlamsızlığımı seninle paylaşma, kafiyemi seninle
tutturma arzusu var. Belki de görüşmediğimiz için böyledir bu, kim bilir.
Aradan geçen sürede görüşmüş olsak senin de sıradan birine dönüştüğünü görüp
daha da yalnızlaşacaktım, kim bilir. Hayır, böyle şeyler yalnızca filmlerde
olmaz canımın içi. Böyle şeyler tam da hayatın merkezinde olur. Günün birinde
kafiye kırılır ve insan bir balonun içerisinde oturmakta olduğunu düşünmeye
başlar. O balonun havasının boşalmaya başladığını hissettiğinde de ölme
düşüncesini şekillendirir kafasında. Ben o durumdayım şimdi işte. Başarısız
filmlerimin, başarısız evliliklerimin, başarısız ilişkilerimin üstüne çektiğim
çarşafı kaldırıp acı çekmek istiyorum. Acılarımı tazelemek istiyorum.
Mutsuzluklarımı hatırlamak. Sence başarabilir miyim bunu kendime zarar
vermeden?
Çok zor.
Bu yüzden mi yazıyorum sana? Kendime zarar
vermeden ortadan kaybolabilmek için mi? Öyle mi dersin?
Beni yarıda bırakılmış anlamsız bir mektupla,
makaslanmış bir tümceyle hatırlamanı isterim. Her zaman bu yarımlığımdan
şikâyet etmez miydin? Ayrıca batının bütün kadınları, doğunun yıpranmış kadınlarının karşısında tersine bir etkiyle çokça eksik kalmaz mı?
Maryam, doğunun nefesi, sen fazlasıyla
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)