Muhtemel ki en az on dakikadır
karşılıklı ağlıyorlar.
Sanki rüzgâr, her ikisinin de
tenindeki açık yaraya deyip sızlatıyor, ağlamaları bu yüzden. Oysa böyle değil
bu işler. Zamanın yaysı sarmalı sarıyor insanı da sıkışmışlık hissi doluyor
içine kişinin. Daralıyor. Nefes alamadığını, alsa da ciğerinin yeterince
dolmadığını düşünüyor. Bu yanılgı onun gelecek tasavvurunu etkiliyor. Zaman
geçmeyecekmiş gibi, oysa o da geçiyor. Durmamacasına.
“Her şeyi bırakıp o attığında
duvara yapışan Spidermanlerden satmak istiyorum artık,” diyor telefonun
ucundaki ses. Yaşamın biteviye sınamaktan hoşlandığı biri o da. Günü geliyor
herhangi biri en hassas noktasından vuruyor onu, bütün gününü rezil ediyor.
Hiçbir şey bir daha iyi olmayacakmış gibi hissettiriyor.
O anlarda ağlıyorlar ikisi de.
Birbirini bulup, birbirine yaslanıp, birbirine kopmamacasına sığınıp ağlayarak
iyileştiriyorlar birbirlerini. Belki yıllar sonra tekrar tekrar yaşanmayacak
böylesi. Zaman geçerken bazı sözleri, kalpleri, ruhları da sürükleyerek
geçmişin çengellerinden birine takacak. Gelecek eksilerek geçmişe karışacak.
Yaşamın şiiri canın çok
yandığı anlarda hatırlatır kendini. Yine hatırlatıyor.
“Orada düşünülesi bir yan
var,” diye yanıtlıyor beriki ses, “sanki şiire ilişkin bir yan, bir kesit.”
Bunu söylemesi karşısındakini
güldürüyor, gülmek ikisini de tesiri altına alıyor. Kalpten.
Devam ediyor: “Düşünsene, onu fırlatıp
duvara attığında iki eli ve iki bacağıyla tutunmaya çalışıyor oraya. Sonra
yavaş yavaş teması eksiliyor, kopuyor fakat bir anda düşüşe teslim etmiyor kendini,
tutunmaya çalışıyor yeniden. Ya bir eli ya da bir bacağıyla tutunup duvara,
kendini düşmekten kurtarıyor. Ardından tekrarlanıyor bu. İnsan da böyle
nihayetinde. Fırlatılıp atıldığı yükseklikten düşmeye başladığında dibi
bulamayacağını düşünüyor fakat düşüş kesiliyor bir anda, tutunuyor. Bir
süre sonra tekrar düşmeye başlıyor. Tekrar tekrar yaşadığında bunu, yerle
kavuşuyor. Ve her şeyin tekrar yaşanması için biri ya da bir şey yerden onu
alıp tekrar müthiş yükseklikte bir yere fırlatıyor. Bütünüyle yaşanan korkular
düşmek ve tutunmak arasında geçen sürede doluyor insanın içine.
Dayanıklılığımız ve sabrımız, belki de inadımız tam da orada ölçülüyor, ne
dersin?”
Uzun konuşmasını bölmüyor
telefonunun karşısındaki ses. Bölse, bütün cümleler kendi kendilerini eksilterek
anlamlarını yitirecekler. Yapmıyor. Dinliyor, susuyor, ağlıyor, şaşırıyor.
Nefes alıp verişindeki ritim hissettiriyor ne düşündüğünü. Belki.
“Galiba, öyle. Haklısın.”
Neşe daha da çok yayılıyor
bunu söylediğinde. Karşılıklı kahkahalara kadar varıyor iş. Yaşamın çekirdeğini
çıkarıp kenara koyuyorlar sanki. Geçip karşısına gözlerini ona dikiyorlar.
Çekirdeğin pürneşe tavrı yeniden bir yerlere tutunmalarına fırsat veriyor. Kalp
direndiğinde, hayat, seyircisine gülmek için bir bahane sunuyor mutlaka. Hiçbir
şeyi unutturmuyor fakat en melunundan en fevkaladesine kadar her şeyi hüzünsüz
kabullenme becerisi bahşediyor. Sevindiriyor.
Telefonu kapatmadan önceki on
dakika boyunca karşılıklı gülüyorlar.
Hayat, mutluluk ve mutsuzluğun
garip dengesini koruyor. Yaralar bir süre sızısız kalıyor, gözyaşı yanaklardan
bir sonraki yolunu çizene değin. İyiyiz, buradayız sonuçta, bekliyoruz en
yakışıklı halimizle, diyor iki ses de, içinden. Denge o an için her ikisini de sarıyor, her şeye karşı korunaklı kılıyor. Cesaretleri bu yüzden.