Amy belgeselini seyrettim geçen
gün. Peş peşe birkaç film ya da birkaç bölüm daha diziyi seyretmeyi planladığım
bir gündü, Amy dışında hiçbir şeyi seyredemedim. Okuyamadım da. Çıkrığın
birinden derin bir kuyuya sarkıtılan kovalardan birinin içindeymişim gibi bir
tuhaf oldu içim. Sallandı durdu. Dergide yazarken, dergide tam sayfa kurgu
metinler aracılığıyla ölülerle “konuşurken”, Amy Winehouse da konuştuklarımdan
biriydi. Güçlü olsun, sesinden güç bulduğu biçimde ölümüyle de gücünü korusun
diye kurduğu bütün cümlelerde güçlü göstermiştim onu. İncinmiş ama yine de
güçlü. Yaşamdan kopmayı istemeyen. Yaşamı bir biçimde, başından ne geçerse
geçsin ya da ne olursa olsun, seven. Oysa belgesel, Amy’nin öğrenmeyi
istemeyeceğim sırlarını açık etti. Bütün gücünü sesi ve şarkılarından alan bir
genç kadının ölüme doludizgin koştuğunu gösterdi. Henüz ünlenmemişken onu terk
eden bir adamın, ünün peşine takılıp geri geldiğinde bir kadını nasıl
paramparça ettiğini gösterdi. Bütün o uyuşturucuların gölgesini genç kadının
hayatını kendine kancalamakta nasıl da başarıyla kullandığını gösterdi o genç
adamın. Kırılganlığın, her koşulda kaldığını ve belki de katlanarak arttığını
hissettirdi. Bir yandan da, belgeseli seyrederken, Amy’nin burun deliklerini
yıkarcasına yakarak geçen kokainin varlığından ürpertici bir biçimde gözlerimin
önüne getirdi. Bütün o hapların, extacy’nin çeşitlerinin, isimlerindeki sevimliliğin
arkasına saklanıp bedene girdikten sonra patlayan Twitter’ların,
Facebook’ların, lalelerin, Instagram’ların, Sünger Bob’ların gözümün önünden
garip bir birliktelikle geçmesine neden oldu. Kristalin beyaz mı yoksa mavi mi
oluşu nedeniyle kavga ettiklerini gördüm bir an için belki. Koluna saplanan
iğnenin içinden damarına karışan eroinin ilk serinliğinden gelen ürperticiliğin
numaralarına şahit etti. Ya alkol, ya ot? Amy, bir belgesel olarak, Amy Winehouse’un zihnimdeki imajını
paramparça ederek, onun yerine kanatları sandığımdan da fazla hasar almış bir
genç kadın bıraktı. Etkisinden sıyırılıp kendime dönemediğim o sürede şunu da
düşündüm: Hayatını şarkılarına akıtmış biri olarak Amy, yaşayıp “tükettiği”
hayatının herhangi bir dönemini, anını, saniyesini yaşamamış olsa da bu
şarkılar ortaya çıkar mıydı? Şarkılardaki ruhun çıplaklığından söz etmiyorum.
Bahsini ettiğim şey: Şarkılarıyla hayatının otopsisini henüz hayattayken,
ölmemişken yaparken anestezi mi uyguluyordu kendisine acıyı azaltmak için?
Hayatının travmalarını besteye, güfteye dönüştürüp ortaya çıkarırken şarkıların
herhangi bir sahicilik ağına takılmamasından ötürü gelebilecek sorulardan mı
kaçtı? Sunileşmeyen, yapaylaşmayan Amy, ne yaşarsa yaşasın gerçek olduğu ve
bunu milyonlarca kişiye söylemekten sakınmadığı için mi öldü? Sorular da
garipleşmeye başlıyor nereye gittiği, uzandığı bilinmeyen badalda birkaç
basamak çıkıldığında. Amy belgeselini seyrettim geçen gün. Yıktı geçti beni.