“Kahvenin yanında çikolata
alır mıydın?”
“Hayır, diyetteyim,” diyor.
O kadar zamandır görüşmüyoruz ki, neyi sevip
neyi sevmediğini dahi adamakıllı hatırlayamıyorum. Belleğimde birbirinin yanına
yakışmayan garip tümceler. Belki bu tümceleri birleştirmek için arıyorum
Marilyn’i, o yüzden özlüyorum. Belki de kırık kalbini biraz da ben kırmak için
istiyorum onu yanımda. Çünkü konuştuğumuz her seferde de ağlıyor. Ya içine
içine ya da bütünüyle dışarı akıtarak gözyaşlarını. İkisinin arasında çok fark
var onun için. O, ikisini birbirinden öyle ince bir bağla ayırıyor ki, her göz
göremiyor farkı.
Karşımda, tekli koltukta oturuyor. Bense
bütünüyle rahatlığı kucaklayarak köşe kanepenin köşesindeki o uzun, o uzanmak
için birebir kısımda sere serpe yatmaya çalışıyorum. Sığamıyorum.
Sığdıramıyorum kendimi. Oraya bile.
“Neden bunca zamandır konuşmadık Marilyn?
Aramızda bir kırgınlık var gibi hissediyorum. Olmasın. Herkesle olsun ama bir
tek seninle olmasın. Ben içimin en derinini bir tek sana açabiliyorum çünkü.
Ruhumu çıkarıp ortaya koyabiliyorum senin yanında, ruhumun karşısında senin
ellerine büyüteç tutuşturuyorum,” diyorum ve aniden ağlamaya başlıyorum.
Marilyn ağlamayacak mıydı?
Neden ben ağlıyorum şimdi, onun yerine?
“Ben herkese her an her şeyi anlatamıyorum.
Senin de anlatmaman lazım belki. Hatta bana bile.”
“Ne diyorsun Marilyn? Sana bile mi?”
“Evet, bana bile. Hatta kendine bile. Sus.
İçine içine sus. Anlıyor musun?”
Söylediği, ifade etmeye çalıştığı gerçeği
düşünüyorum.
Karşımda kahvesinden bir yudum alıyor. Orta
şekerli. En sevdiğinden.
Konuşmaya başlamak için düşüncelerimi silah
zoruyla hizaya diziyorum, ses olma sırasına. Ama konuşmaya başlamadan önce
elimdeki fincanın içerisine bir damla gözyaşımın düşmesine engel olamıyorum.
Fark etmemiş olmasını diliyor, içine vicdanımın özü katılan kahvemden bir yudum
alıyorum. Susuyorum.
Suskunluğumu bitiremeden o başlıyor
konuşmaya: “Çok sıkılıyorum kalabalıktan. Sahici olduklarına inanamıyorum bir
türlü, çok çabuk güveniyorum ama yine de içimi kemiren bir fare dönüp duruyor
vücudumda. Tenimin altında.”
Bugün
bilerek mi söylüyor bütün bunları?
Bunca zaman söylemek isteyip de
diyemediklerini sese dönüştürmek için benim gözyaşlarımdan herhangi birinin
meydana çıkmasını mı bekliyordu?
Neden böyle yapıyorsun Marilyn?
“Ben de,” diyorum, ürkütücü bir fısıltıyla.
Benim fısıltıma karşılık ütülenmiş
cümlelerini sunuyor Marilyn.
Derine sapladığı bıçağı orada döndürmeye
başlıyor resmen! Beni daha da çok ağlatmak, inletmek, sızlatmak ve belki de
öldürmek için! Görüşüp konuşmadığımız günlerin intikamını almak için hislerimi
kendi hisleri gibi paylaşıp acımı azaltmak istiyor ama biliyor ki bu istek
aslında benim canımı daha da çok yakacak. Alevlerin durmadığı kulübelerden
birinin içine atacak beni.
Ah Marilyn, sen de mi değiştin?
“Değişmedim demek isterdim ama hepimiz
değişiyoruz, algımız değişiyor. Sakın korkma, bu değişim iletişimimizi kör
makaslarla kesmeyecek, aksine, daha da geliştirecek. Güzellik katacak ona.”
Ve bir kez daha…
Kimselerin beğenmediği o şiirlerinin
dizelerine benzetiyor konuşmasını. Cümlelerini. Eski bir vazoyu ikimizin
ortasındaki mesafeyi oluşturan yüzeye atıyor ve parçalanmasını seyrediyor.
Seyrediyoruz. İkimiz de.
Birbirimizi kırıyoruz, döküyoruz, ve daha
çok seviyoruz.
“Haklısın,” diyorum. “Haklısın Marilyn, değişmek
demek dönüşmek demek. Dönüşmekse geride bıraktığından daha iyi, daha ince, daha
yüksek, daha yüce özelliklere, düşüncelere, kalbe, vicdana sahip olmak
zorunluluğunu barındırıyor. Emek verilmişse tabii. Yoksa kendini aramaya çıkıp
da yollara düşmemiş birinin geride bıraktığı kendinden daha iyi bir yerde
olması beklenirse, bu çocukluk olur.”
Felsefeyi kaçıncı sınıfta bırakmıştım?
Dahası Marilyn’in okuduğu o felsefe kitaplarına, romanlara, şiirlere, oyunlara
yetişmeye mi çalışıyorum?
Neden tüm söylenenlerin ardından iç yakan
soru işaretleri fırlıyor ortaya?
Kahvelerimizden birer yudum daha alıyoruz.
“Nasıl, tadı daha güzel değil mi?” diyor.
Göz kırpıyor muzipçe.
Görmüş!
Görmüş!
Oysa saklamaya, fark edilmez kılmaya çalışmıştım.
Denemiş ama başaramamışım.
Gözyaşımın düştüğünü görmüş ve söylemek için
kahvelerin son yudumlarını beklemiş.
“Kalabalıktan korkuyor musun?” diyorum.
“Hayır,” diyor ve gülmeye başlıyor.
Kahkahalar savuruyor. “Sadece karşılarında durmak kendimi fazla özel
hissettiriyor ve yaralarımı tamir ediyor.”
Nasıl?
Nasıl?
Nasıl bu kadar temiz kalabiliyor?
Nasıl bu kadar benziyor bir tanrıçaya?
“Kahve bitti,” diyor.
“Evet,” diyorum, “bitti.”
Keşke bitmeseydi. Çünkü biliyorum ki kahvenin
bitmesini sohbetin bittiği anlamını doğuruyor. Onun gitmemesi gerektiğine
inanıyorum. Yanımda tutak istiyorum. Günlerce, haftalarca, aylarca yanımda
dursun, konuşmasa bile gözleriyle kalbimin haritasını okusun istiyorum.
Acılarımı temize çeksin. Korumasın beni, hayır, sadece gözleri, burnu,
yanakları, dudakları, kaşları, saçları- bütünüyle, eksilmeden, zarar görmeden
karşımda dursun. Ben göreyim onu.
Korkuyla titreyen sesimi konuşturmaya
çalışıyorum: “Başka bir şeyler ikram edebilirim? Güzel bir şarkı açabilirim,
güzel bir şiir okuyabilirim?”
“Şiire hayır demezdim ama bir yere yetişmem
gerek, zaten yeteri kadar geç kaldım,” diyor.
Sonra da kalkıp gidiyor. Her şeyin farkında
ya da hiçbir şeyin farkında değil.
Gitmesin istemiştim.
Her seferinde yaptığı gibi, benim peşinden
bakmama neden olacak bir şeyler yapıyor yine. Yeniden. Gidişiyle.
Özlemişim, diye düşünüyorum.
Kalbim.
Kalbim bu sohbeti özlemiş bu kadar
kırıklığın ortasında.
Sohbeti yarım bırakıp, öksüz bırakıp
gidişini dahi özlemişim. İhtiyaç hissetmişim.
Yeniden, en yakın zamanda. Olur mu Marilyn? Konuşuruz kahve eşliğinde.
Ya da belki bu sefer şampanya olur? Yalnızlığımızı kutlamak için hem de! Ne
dersin?